9 Ağustos 2013 Cuma

SUMAK YA DA BOŞLUK

Necati Tosuner’in ilk romanı Sancı… Sancı’nın arka kapağında yer alan yazı dikkat çekicidir: “Necati Tosuner Avrupa’da yaşıyor olsaydı, Sartre ve arkadaşları tarafından varoluşçu edebiyatın en önemli temsilcilerinden biri sayılacaktı belki de.”  Bu sözlerde bir tür merkezin dışında kalma, oraya uzaktan seslendiğine dair bir tür hayıflanma da gizlidir ama doğruluk payı şuradadır: Bu yıl yazarlığının 50. yılını kutlayacak olan Necati Tosuner, Türk edebiyatında birçok yazarı çeşitli dönemler etkisi altına alan Varoluşçuluğun en önemli temsilcisidir. Örneğin Demir Özlü veya Leyla Erbil’in kimi yapıtlarında bu etki açık bir biçimde görülür. Ama daha sonra bu yazarlar bu etkiden giderek uzaklaşıp yepyeni bir bağlam yaratırlar. Ancak Tosuner, başından beri bu dairenin içinde kalarak yazar eserlerini. Dahası, bu daireyi genişletme, Varoluşçuluğun kimi eğilimlerini en uç noktaya götürme isteği de görülür eserlerinde.  
Tosuner, daha sonraları yazdığı Yalnızlıktan Devren Kiralık, Bana Sen Söyle ve Kasırganın Gözü adlı romanlarında dairenin dışına çıkmadan ama orada da sıkışıp kalmadan yazdığı eserlerinde kimi izlekleri zaman içinde daha da koyultarak bu genişletme çabasını ileriye taşıdı. Varoluşçuluğun etkisinde kaleme alınan kimi eserlerindeki bu koyultma çabası özellikle Kasırganın Gözü adlı bir önceki romanında kendini belli ediyor denebilir. Bu kısacık, ama okundukça açılan, farklı yönlere uzanan romanda, “kendini oynayan bir adamın” sesine kulak verir okur. Romanın kahramanı kitabın bir yerinde şöyle der: “Yaşadığım sevinçler tükenmişti. Gençken katlandığım sıkıntılar artık hiç katlanılmaz olmuştu. Yorgunluk, bezginlik ümidin yerini almıştı. Dert, gelip karşımda dimdik durmuştu. Başka bir dert ondan ayrışmış, daha büyük bir dert olmuştu. Yeni dertlerin yüreklenmesine örnek olmuştu. Yapay bir dinginliğe bırakmaya çalışmıştım kendimi, içimde sanki çıban çıkmıştı. Unutmaya çalışınca çıban dikenleniyordu. Kendisini unutturmuyordu. “
Unutulmak için geriye itilmiş hatıralar, sevgiler, söylenmemiş sözler… Kasırganın Gözü, bu türden öğelerle beslenmiş bir temel üzerinde yükseliyordu. Bu kitabın bir tür devamı olduğu intibaı yaratan yazarın yeni kitabı Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı da bu hattı takip ediyor. Ama hem yazarın önceki yapıtlarından, hem de devamı niteliğindeki Kasırganın Gözü’nden çok farklı bağlamlara da sahip Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı. İlk olarak belirli bir hikâyeye sahip olmamasıyla öne çıkıyor kitap. İlk anda parçalı, çeşitli, birbirinden uzak noktalara uzanan bir metin okuduğumuzu düşünüyoruz. Zaman zaman bu parçalı metinlerin arasına giren konuşmalar da henüz bir bağlama sahip değildir. Anlatıcı, kendi kendine konuşur gibidir. Zaman zaman bu yapı değişir. Sanki anlatıcı biriyle konuşmaktadır ama ne anlatıcı ete kemiğe bürünmüştür ne de karşısındaki (okur). Hayatla ilgili, geçmiş ve gelecekle ilgili, hatta ülkeyle ilgili sayısız etkili cümleler akarken, giderek bu metinlere başka bir ses dahil olur. Kimi gündelik sözler metne bir girip bir çıkarken, tanıdık bir ses girer devreye. Bu ses, Necati Tosuner’in hemen hemen tüm yapıtlarında sesini duyduğumuz, öfkesine, kırgınlığına, özlem ve sancılarına şahit olduğumuz sestir. Nitekim, eleştirmen Ömer Türkeş, bu ses için Tosuner’in yazarlık anlayışının hülasası saptamasında bulunur. Yazarın hemen hemen tüm yapıtlarına sirayet eden tüm tercihler birer birer bu romanda yerini bulur. Öte yandan, Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı, aynı zamanda bir tür hesaplaşma da içeriyor. Yazarın hem kendisiyle, hem de toplumla yaptığı bu hesaplaşma çabası romana yeni bir genişlik katıyor.
Necati Tosuner’in yapıtlarına yakından bakıldığında kimi izleklerin çok baskın bir şekilde öne çıktığı görülür denildi yukarıda. Bu kitabındaki temel bir farka da değinmek gerekiyor öyleyse. Günümüz Türkiye’sine dolaylı ya da doğrudan bir şekilde eleştirilerde bulunuyor yazar. “Ölsen iyi. Mayın patlağı kollar.. yüzler.. ayaklar.. bacaklar.. Dere kıyıları. Yüceltilmiş tabutlar. Hala kuş uçmuyor yakılmış köylerin oradan. Sürgünler. Çaresizlik. Ağıtlar. Yürek yangınları. Yanmış lastik kokusunu güzel bulan bir çocukluk. Dağların dili olsa da bir sorsa… Bu kimin işine yaradı, bu?..” Sadece bunlarla sınırlı değil. Kitabın hemen hemen tamamında kişisel kırgınlıklar kadar, toplumsal meseleler dipten dibe ilerliyor. Tosuner’in başarısı, bütün bu eleştirileri bile çok etkileyici bir dil tasarımı ve yüzeyde ısrarla tutmak yerine, satır aralarına gizlemesinde yatıyor kanımca. Örneğin, ülkeye dair umudun tükenişi bile şu etkileyici cümlelerle anlatılıyor kitapta: “Bir genç tanırdım bir zamanlar: Boşa çiğnenmiş karanfil kokardı ağzı. […] Boşa çiğnenmiş karanfil kokuyor şimdi Türkiye.”
Bütün bu bireysel ve ulusal kırgınlıkları her zaman olduğu gibi kısa ama yoğun bir dil süzgecinin içinden geçiriyor Necati Tosuner. Öykülerinde görmeye alışık olduğumuz tasarruf yeni romanında daha da belirgin bir biçimde öne çıkıyor. Dahası, bu tasarrufa bir tür boşluk da ekleniyor. Sanki kitap boyunca iki kişi karşılıklı söyleşmiş ama sonradan ikisinden birinin sesi kısılmış gibidir. Arada sırada, bu konuşmaya dâhil olan gündelik konuşmalar olmasa bu kitabın baştan sona bir tür monolog olduğunu dahi düşünülecektir nerdeyse. Ama kitap ilerledikçe Necati Tosuner’in, okurunu zevkle kitaba dâhil ettiğini görüyorsunuz. Kitaba doğru çekilen okur, tıpkı kitabın anlatıcısı gibi, bütün bu acılarla, kırılmış ümitlerle, Türkiye’yle, bu suskunluk nöbetleriyle baş etmek zorundadır. Yazarın Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı romanında bile isteye bıraktığı bu boşlukları tamamlama görevi okurdadır artık. Ama sahiden kapanacak mıdır bu boşluk. Nitekim kitabın bir yerinde şöyle diyecektir anlatıcı: “Duvarı tanımlamak daha kolay. Taşı, betonu, kumu, kireci, suyu, harcı, sıvası var, görünüyor. Taşı nasıl taş üstüne getirirsen, belli, taş nasıl duvar oluyor. Peki, boşluk nasıl boşluk oluyor? […] Öldün, boşluk oluyor.”   
Necati Tosuner, 50. yazarlık yılını Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı gibi etkileyici bir romanla selamlıyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder