9 Ağustos 2013 Cuma

VAH YERİNE HAH!

Öyle ya da böyle hepimizin hafızasında kapı arkasına ya da duvara rast gele çakılmış bir çiviye asılan yorgun mu yorgun bir baba ceketi mevcuttur. Gerektiğinde kokusuyla babanın eve geldiğini haber eden, gerektiğinde cepleri birkaç bozukluk bulma umuduyla karıştırılan, yenisinin alınması hep geciktirildiği için sökükleri onarılmayan, sanki durduk yerde çürüyen, sabaha yeniden ortadan kaybolacak babanın ceketi… Birgül Oğuz’un, Fasulyenin Bildiği adlı öykü kitabından sonra yayımladığı ikinci kitabı Hah’ın kapağındaki resim, daha kitabın kapağını açmadan, bu öykülerin kaybın, telafi edilemez olanın, eksikliğin, yasın merkezine yol alacağının işaretlerini veriyor. Aynı zamanda, bütün bunlarla hesaplaşacağını da…

İlk sayfaları çevirir çevirmez bizi karşılayan siyah sayfa, bu öykülerin babanın kaybına işaret ettiğini daha da belirgin bir şekilde öne çıkarıyor. Kitapta yer alan ve hepsi rahatlıkla birbirine eklemlenen sekiz öyküde, giden kadar kalanların, kalmak zorunda olanların dünyasında, biten zaman kadar geriye kalan zamanın ortasında yol alıyor yazar. Bir yandan kendi kaybıyla yüzleşmek zorunda yazar, diğer yandan bu kayıptan yepyeni bir deneyim doğurmak zorunda. Tıpkı Suzan Sontag’ın dediği gibi: “Sanatçı, bir insan olarak çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir.” Yer yer otobiyografik öğeler içeren bu öykülerden, üstelik, ölüm ve yas gibi kapkara meselelere gömülmüşken, bu karalıktan etkileyici bir dille çıkıyor Birgül Oğuz. Hatta, bu kitaptaki öyküleri, öyküleme tekniğine fazlasıyla başvurmuş bir şiir olarak değerlendirmek yanlış olmaz kanımca. Zaten kitap boyunca, onlarca şairin metinlerine açık göndermelerle ilerliyor Hah. Ancak daha yakından bakınca bu göndermelerin çoğunlukla yas şiirlerine yapıldığını görüyorsunuz. Daha çok şiirde karşılık bulmuş yas meselesine öykü üzerinden yapılmış ciddi bir katkı Birgül Oğuz’un öyküleri. Hatta, çoğu yerde şiirle at başı gitmekten geri kalmıyor bu kitaptaki öyküler. Örneğin, kitapta yer alan “Dur” öyküsünden aldığım şu cümleler bile başlı başına bunun kanıtı bana kalırsa: “Babalarsa sevilmeye gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi kısalıp ölüyor. Buna önce yas, sonra yasa deniyor. Böyle oluyor: Çocuk tüfeği eline alıyor. Namlunun ucunda: okunaksız bir baba. Sonra korkunç şeyler oluyor. Kırık cıncık ve leke. Saçma ve kül. Ve bir de bakmışsın, baba gökte soğuk bir amblem. Tedavülden kalkmış delik para.”

Dahası da var. Birgül Oğuz’un ikinci öykü kitabı Hah, özellikle hem klasik hem de modern Türk şiirinde fazlasıyla yer bulmuş yas meselesine odaklanırken, şiirin daha çok dinsel referanslarla genişlettiği bir meseleyi, kültürel veya dinsel bir yapıya başvurmadan edebiyatın ilgi alanına çekiyor yeniden. Bir yazar olarak, onu aynı meseleye eğilmiş şair ve yazarlardan ayıran en temel farkın bu olduğu söylenebilir sanırım. (Belki bir aşırı yorum örneği olacaktır ama kitabın adının bile bu durumu çağrıştırdığını söylemekten geri kalmayacağım. Hep vah’la anılan yas’ın, yasa’nın karşısına “Hah” gibi bir nidayla çıkmak bile bunun en iyi işareti bana kalırsa). Elbette, her öyküde ölenin arkasından söylenen sözler, hiç durmadan anlatılan hatıralar, ölenin ruhu için yenilenen dualar; evin içinde kavrulan helvalar, biri gelip biri giden çaylar mevcut ancak, bu öykülerin kahramanı bu kolektif yas yerine, kendi içinde yaşadığı bir deneyime başvuruyor her seferinde. Dahası, kaybın sadece kişisel yanını değil, babanın politik geçmişi sayesinde, bu kitaptaki öyküler siyasal alandaki başka bir kaybın, bir tür yenilginin hesabını da çıkarıyor. “De” öyküsü bunun en güzel kanıtı belki de.  Böylece, zaman geçtikçe babanın kaybı yerine, kayıp duygusunun kendisinin öne çıktığı bütünlüklü bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bütünlüklü, çünkü Birgül Oğuz’un kitabı her ne kadar birbirine değen öykülerden oluşuyorsa da, daha en başından tasarlanmış, birbirine zoraki bir biçimde eklenmekten ziyade, meselesini doğru bir biçimde karşısına almış bir kitap olduğunu gösteriyor her seferinde.

Hiç şüphesiz, kimi basmakalıp ve gereğinden fazla ilgi gören yapıtlara rağmen öykücülüğümüz son yıllarda ciddi bir ivme içinde. Ancak, Birgül Oğuz’un gerek dili, gerekse de konusuna yepyeni bir bağlamla yaklaşan kitabı sayesinde yepyeni bir rota belirliyor Türk Öykücülüğü. Hah, geçtiğimiz yılın öykü hanesine kazanç olarak yazılacak bir kitap. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder