Jale Parla, Tanzimat romanından yola çıkarak
yazdığı “Babalar ve Oğullar “adlı kitabında, Türk romanının kaynağındaki önemli
bir boşluğa vurgu yapar. Tanzimat romanlarındaki kahramanların çoğunun yetimliğine
dikkat çeken Parla, bu romanlardaki kahramanların çoğunun yetim olması kadar belirleyici
bir unsura değinir. Bu romanların kendisini de birer yetim metin olarak
tanımlar Parla. Tanzimat romancıları bir yandan Batı’dan alınan bu yeni edebi
türde ürün verirken, bir yandan da Osmanlı’dan kalan eski ahlak ve değerler
manzumesini de sürdürmeye çalışırlar. Daha da ilginci, Türk romanının, bir
baba-oğul çatışmasından çok, babadan yoksun kalmanın telaşı içinde, bir baba
arayışının içine doğduğunu vurgulayacaktır Parla.
Nasıl ki, Tanzimat romanındaki “baba
arayışı” belirlemesini Jale Parla’ya borçluysak, modern Türk romanındaki “çocuk
kalmışlık” imgesini de şüphesiz Nurdan Gürbilek’e borçluyuz. Gürbilek’in “Kötü Çocuk
Türk” kitabında yer alan “”Azgelişmiş Babalar” başlıklı incelemesi modern Türk
romanında “baba” imgesinin nasıl bir hale ile sarmalandığını göstermesi bakımından
önemli veriler sunar bize. Tanzimat romanındaki yetimliğe dikkat çeken Parla’nın
saptamasına karşılık, Gürbilek, modern Türk romanının en iyi örneklerinden bazılarının,
özellikle de Oğuz Atay’ın yapıtlarının “çocuk kalmışlığa” kilitlediğini vurgular.
Oğuz Atay’ın hayata geçiremediği “Türkiye’nin Ruhu” projesinin kaynağında bu
duygunun ayırt edici bir özellik olarak öne çıktığını vurgulayan Gürbilek, “çocuk
kalmışlık” sorunsalının hem ulusal, hem de bireysel ‘gurur yaralarıyla’ olan
bağına dikkat çektiği “Kötü Çocuk Türk”te, modern Türk romanının sahnesindeki
baba imgesine değinir. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ında kendini “azgelişmiş
bir babanın az gelişmiş oğlu” olarak tanıtan Selim’in, “Tehlikeli Oyunlar”da
“benim içimdeki çocuk büyümedi… yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası” diye
yakınan Hikmet’in, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” romanındaki huysuz kahraman C.’nin
“babam adamsa ben olmayacaktım” şeklindeki şikayetini yukarıdaki bağlam çerçevesinde
okur Gürbilek.
Şüphesiz ki modern Türk romanındaki baba imgesi
sadece bu romancılarla sınırlı değildir. Baba, Türk romanında daima bir
fazlalık, bir tehlike, kendisine benzemekten ölesiye korkulan bir örnek olarak öne
çıkar çoğunlukla. Hasan Ali Toptaş’ın “Sonsuzluğa Nokta” romanındaki baba ve oğul
arasındaki gerilim ve babaya öykünme sıkıntısı romanın ana çatışmalarından biri
olarak öne çıkar. Keza, Murat Uyurkulak’ın romanlarındaki baba probleminden de söz
edilmelidir. Uyurkulak’ın “Tol” ve “Har” romanlarındaki baba tasavvuru modern Türk
romanındaki “çocuk kalmışlığa” daha bireysel, daha çatışmalı bir boyut ekler. Tezer
Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adlı kitabındaki baba ise, evdeki sıkıntının
ve öznedeki evden kaçma isteğinin bir sebebi gibi durur. Tezer Özlü’deki baba soğuk
ve devlet ciddiyetiyle anlatılan bir babadır. Evde Atatürk köşeleri düzenler baba,
İstiklal Marşı çalındığında ev sakinleri hazırola geçer; daha da ilginci baba çocuklarının
odasına şu öğütleri asar: “Yavrularım: 1. Işık soldan gelmeli. 2. Kitap gözünüzden
30-45 cm uzakta durmalı. 3. Çalışma biter bitmez ışıklar kapatılmalı vb… Bu
vatana hayırlı evlatlar olmanız isteği ile başarılar dilerim. Sevgili ve
cefakâr babanız. Ad. Soyadı. İmza”.
Türk Şiirinde Baba
Türk romanındaki
baba imgesi, hem Tanzimat romanında, hem de modern Türk romanında iki ayrı anlam
kuşanmış halde çıkar karşımıza. Türk şiirinde ise, daha dolaysız, daha bireysel,
duygu tonunu açık etmekten kaçınmayan, aksine neredeyse bütün varlığını çatışmadan
ziyade bir tür uzlaşmaya borçlu olan bir baba imgesi belirir.
Nazım Hikmet’ten Cemal Süreya’ya, Can
Yücel’den İsmet Özel’e, Cahit Zarifoğlu’ndan Sezai Karakoç’a, Şükrü Erbaş’tan Abdülkadir
Budak’a, Ayhan Kurt’tan Selim Temo’ya kadar sayısız şairde baba temalı şiirler bulmak
mümkün. Adeta her şairin baba odaklı bir şiirinin olduğunu, babanın bir veya birkaç
kez şairin eliyle şiire dahil edildiğini söyleyebiliriz. Ama baba temalı şiirler
denince genellikle birkaç şiir öne çıkıyor. Cemal Süreya’nın “Sizin Hiç Babanız
Öldü mü?” başlıklı şiiri bu şiirlerin başında geliyor hiç kuşkusuz: “Sizin hiç
babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü kör oldum / Yıkadılar aldılar götürdüler
/ Babamdan hiç ummazdım bunu kör oldum” diyen Süreya’nın şiiri babanın kaybı odaklıdır.
Babanın kaybının burada körlükle ilişkilendirilmesi daha dipte yatan bir ruhsal
dinamiğe eşlik eder Cemal Süreya’da.
Can Yücel’in, “çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”
dediği babasına yazdığı “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim” şiiri ise, bütün baba
şiirleri arasında gerek duygu tonu, gerekse de babaya yapılan olumlu aktarımlarla
apayrı bir noktada durur. “Hayatta ben en çok babamı sevdim /Karaçalılar gibi yerden
bitme bir çocuk / Çarpı bacaklarıyla –ha düştü ha düşecek- / Nasıl koşarsa
ardından bir devin, / O çapkın babamı ben öyle sevdim”.
İsmet Özel’in “Amentü” şiiri, daha karmaşık,
baba oğul çatışmasından ziyade, ideolojik bir ayrışma zeminine oturan bir
şiirdir. “İnsan / eşref-i mahlûkattır, derdi babam” şeklinde başlayan bu uzun şiirin
devamında babanın kimliğine sıklıkla vurgu yapılır. “Amentü” şiirindeki baba nasihat
eden, Cumhuriyet’in bir kulu olduğu vurgulanan, kazılan meyan köklerini kapitalist
bir şirkete satan, ezan’ın Türkçe okunmasından rahatsız olmayan bir baba olarak
ideolojik olarak şairin karşı kutbuna yerleştirilir ve şiir de tüm gücünü bu
gerilime yaslar.
Aynı
Trene Biner Aynı Ufka Gitmezdik
Şükrü Erbaş’taki baba imgesinde ise başından
beri benzemekten özenle uzak durulan, sürekli “bir diş gıcırtısı” olarak
anımsanan, model olmaktan uzak bir tasavvur vardır. Şiirdeki baba imgesi oğulla
konuşan, ona nasihat eden, seven, kollayan bir baba değildir. Erbaş’ın şiirlerinde
sıklıkla karşımıza çıkan baba karanlık imgelerle yan yana anılır: “ Ben o
zamanlar bütün babaları susar sanırdım. / Yalnızca gaz lambasıyla konuşan bir
diş gıcırtısıydı babam. / Kapılar titreyerek açılır, titreyerek kapanırdı”
diyen özne, bunca olumsuz örnekten sonra şöyle diyecektir: “Babam neden
yalnızca içince güzeldi”.
Ahmet Erhan, “Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi” adlı
otobiyografik özellikleri ağır basan kitabında, babası, kendisi ve oğlunu odağına
alan bir deneyime soyunur. Baba’nın ortaya çıkışı biraz da öznenin kendisinin
de baba vasfını kazanmasıyla önem kazanır. Çocukta bulunamayan sevgi babada
aranır ve baba bu kitapta sıklıkla çocukla beraber anımsanır. Şiirdeki öznenin,
babasıyla kurduğu ilişkinin bir benzerini kendi oğluyla da yaşama özlemi
başarısızlığa uğradıkça özne bir hayıflanmayla seslenir kendi oğluna: “ Oğlum,
tam şurada durup, boynuma sarılsan / ‘Artık adam oldu diye babam”.
Türk şiirinde
sadece babaya yazılmış şiirlerden oluşan tek kitabın sahibi olan Abdülkadir Budak,
“Ahşap Anahtar” adlı kitabında baba
şiirlerinin bir çeşitlemesini yapar. Bütünüyle baba ve oğul arasındaki gerilime
adanmış bir kitaptır “Ahşap Anahtar”. Öfkeden ziyade daha çok bir hayıflanma ve
telafi edilemeyen bir gerilime odaklanır şiir: “Yan yana ama ayrı iki raya benzerdik
/ Aynı trene biner aynı ufka gitmezdik” denildikten sonra, babanın imgesi daha
da netliğe kavuşturulur: “Öyleydi, yalnızlıklar kız kardeşimdi / Birlikte açamazdık
baba adlı kilidi”.
Kadın şairlerdeki baba unsurunu ise daha
çatışmasız, babayı daha içerden kuşatan, onunla söyleşirken sevgiyi ve çoğunlukla
özlemi esas alan bir söyleme yaslanmış görürüz. Bejan Matur’da zaman zaman tekrarlanan
baba, daha çok kültürel ve dinsel referanslarla anılır: “Babanın cesedi en son gömülür
/ Bir gün ve geceyi odasında geçirmeli. Ve anlatmalı / Oğullar ve kızlar kâbus görecek.
Görmeli”. Ama kanımca kadın şairlerdeki baba imgesi konusunda dikkate değer olan
şiir Nilay Özer’in “Babam İçin Bir Sonsuz” başlıklı şiiridir. Bu şiir babalar ve
kızları arasındaki ilişkiye dair önemli veriler sunar bize. Şiir olarak çarpıcılığı
bir kenara, Türk şiirinde ilk kez böylesine cesurca bir deneyimle karşılaşırız:
“her baba gibi evhamla isterdin ya / bağışla oğul doğmadım sana” diyen şiir öznesi
giderek babalar ve kızları arasındaki ilişkiye başka bir ışık düşürür: “öğüdünü
tuttum uzattım saçlarımı / ölürsem göğüslerimi örtsünler diye / çeyizimi barbar
çalılıklara serdim / çekilecek çileye ikramdır diye / kızınım en zayıf yanınım sandın
/ sandın ki hep hazırım el olmaya”.
Romanın
Çatıştığı, Şiirin Uzlaştığı Baba
Görüldüğü üzere, Türk edebiyatında baba
imgesi roman ve şiirde iki ayrı yönelim içindedir. Özellikle modern Türk romanının
kimi temsilcileri baba imgesini iyi bir çatışma alanı olarak görür ve
romanlarının temel gerginliğini bu imge üzerine inşa ederler. Modern Türk
romanındaki baba sakil, model olmaktan uzak, korkutucu, devlet otoritesiyle
özdeşleştirilen, benzeme korkusuyla çarpışılan bir baba olarak resmedilir
çoğunlukla. Gerek Oğuz Atay’da, gerek Yusuf Atılgan ve Tezer Özlü’de, gerekse
de Hasan Ali Toptaş ve Murat Uyurkulak’taki baba, dışarıda kudretsiz olmalarına
karşın evin içinde kudretli, daha doğrusu çocuk üzerinde kudretli olan babalardır.
Ama bu kudrete karşın bir türlü sakil ve küçük görülmekten de kurtulamaz baba.
Roman kahramanlarının temel açmazı da burada başlar. Modern Türk romanın kimi
temsilcileri, romanlarını tam da bu açmaz üzerine inşa ederler ve başarıları da
bir türlü çözüme ulaştırılmayan bu açmazı görmüş olmalarında yatar. Diğer yanıyla
da, babayla çatışmanın bir nihayete erdirilememesinde bu roman kahramanlarının
çocuğunun babalık vasfından yoksun olarak resmedilmesinin de payı vardır
kanımca.
Türk şiirindeki baba imgesi ise, romandan
apayrı bir seyir izlemektedir. Romanın aksine, bir açmazdan çok, bir telafi
imkânına yaslanır Türk şiiri. Bir an önce sonuca varmaya, baba ve çocuk arasındaki
açmazı çözme gücüne kavuşmak ister gibidir baba temalı şiirler. Genel olarak
Türk şiirinde baba yüceltim ve hesaplaşmanın alanı olarak görülür. Bu alan daha
çok babanın kaybıyla belirgin hale gelir: “Ben gidersem anlarsın / ardımda
bıraktığım izi! / demişti babam” (Yücel Kayıran). Romanın aksine, şiirde
olumsuz aktarımların yanı sıra sıklıkla olumlu aktarımlar da göze çarpar.
Babayı, bütün olumsuzluklarına karşın yüceltme üzerine kuruludur bu söylem.
“Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”, (Can Yücel) “eflatun akşamların uç
beyi babam” (Nilay Özer), “terleyen alnını sildiğim dua gibi adam” (Engin
Turgut), “belki tanrıydı babam” (Selim Temo) gibi alıntılarda da gördüğümüz
gibi yüceltim mekanizması, hesaplaşmayla yan yana durur Türk şiirinde.
Bu hesaplaşmanın
sağlanması için de şiirin öznesi sıklıkla babayla doğrudan veya dolaylı şekilde
bir diyalog arayışına girer. Yukarıda sözü edilen romanlarda ise uzun uzun
anlatılan, sıklıkla kendisine hitap edilen babayla yapılan esaslı bir diyaloga rastlanmaz.
Ama Türk şiirindeki baba, romanın aksine bol bol konuşma imkânı bulur. Baba
temalı şiirlerin çoğu kez upuzun tutulmasında, şiirin babadan alınan hikmetli sözlerle
bezenmesinde, sözün olabildiğince uzatılmasında bu durumun payı vardır bana
kalırsa. Asıl soruna giriş yapmak için bir tür fazlalığa başvuruluyor gibidir. Şiirin
öznesi sıklıkla babayla konuşarak, ona hitap ederek, onu hayali bir okuyucu
veya dinleyen konumuna yerleştirerek bu konuşma havasını karşılıklı hale
getirmeye çalışır. Zamanında yapılmamış, vakit bulunmamış, ertelenmiş, yüzüne
söylenilmeye cesaret edilmediği için yutulmuş tüm sözler bir gecikmişlik
duygusuyla şiirde yer bulur. Baba, yerilmesine yerilir ama bir süre sonra
olumsuz aktarım yapılan tüm özelliklerin önemsizleştirildiği ve babanın
anlaşılmaya çalışıldığı, tüm hatalarına karşın bağışlandığı bir yüceltim
mekanizması devreye girer.
Babayla çatışmalı ve oğulsuz olarak resmedilen
roman kahramanlarının aksine, Türk şiirindeki özne, babayı anarken bu anma işlemine
kendi baba olma vasfını da ekler. Şiirin öznesi kendisinin de baba olduğunda
fark ettiği açmazı bir tür uzlaşı ile çözmeye çalışır. Baba temalı çoğu şiirde,
şiirin öznesinin babadan söz ederken sıklıkla kendi oğullarını anmasının bir
nedeni de budur sanırım. Abdülkadir Budak’ın bir şiirinde değindiği gibi, babadan
alınan meşale özne tarafından kendi oğluna devredilmektedir çünkü. Babalarla bir
türlü kapanmayan sancılı ilişkinin bir örneğinin kendi babalık deneyiminde yeniden
karşısına çıkacağını duyumsayan öznenin uzlaşı gayreti biraz da buradan
kaynaklanır. Ama tam da kısmen telafi edildiği varsayılan baba ve çocuk
arasındaki sancılı ilişki bir zaman sonra yeniden öznenin karşısına dikilir. Ahmet
Erhan, “Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi” adlı kitabında bu döngüye dikkat çeker adeta:
“Bütün cinnetlerine tamah ettiğim hayat / Babamı ne kadar severmişim ah, oğlum
beni sevmiyor”.
Milliyet Sanat Dergisi