2009
yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Herta Müller, sınırlı bir çevre
tarafından tanınsa da yapıtlarına taşınan kimi meseleler yüzünden aslında daha
ilk yıllarından beri dikkatleri üzerine çeken bir yazar olarak öne çıktı. Ancak,
yazarlıktan öte biyografisine taşınan kimi bilgiler de dikkate değerdi.
Almandı. Romanya’da yaşıyordu. Rejimle arası iyi değildi. Gizli servise
çalışmadığı için türlü zorluklar yaşadı. Yapıtları durmadan sansürlendi. Yazarın
biyografisine bakınca, ister istemez Nobel ödülünün yine zorba bir rejimle
mücadele etmek zorunda kalmış bir yazara verildiği yanılgısına düşmemek elde
değildi. Ancak, bu ödülün sadece ilginç bir hayat hikayesine verilmediği de
aşikar. Müller’in Tek Bacaklı Yolcu
adlı romanı bunun en çarpıcı örneği belki de.
Herta
Müller’in baskıcı Romanya rejiminden kaçıp Berlin’e yerleşmesinden sonra
yazdığı bu ilk roman, bir yanıyla biyografik bir yan taşıyor. Roman kahramanı İrene,
otuzlu yaşlarının ortasında bir kadındır. Almanya’dan gelen bir gençle tanışır
ve ülkesini terk edip atalarının yaşadığı Almanya’ya doğru yol alır. Aşık
olduğu genç adam onu Almanya’da bekleyecektir. İlk sayfalarda bu yolculuğun bir
aşk için yapıldığını düşünüyorsunuz. Ancak sayfalar ilerleyip roman kahramanının
dünyasına daha yakından bakınca, bunun böyle olmadığı belirginleşiyor. Bu
yolculuk büyülü değildir. Hatta, roman boyunca yaptığı gibi bütün bu olup
bitenleri “hissiz” bir şekilde anlatmaya çalışır anlatıcı. Sadece can sıkan,
engeller çıkaran kimi unsurlara rastlarız kitapta. Genç kadın, geride bir hayat
bırakıp başka bir ülkeye geçerken, sadece görüntüler ve küçük anılarla baş başa
bırakır bizi. Pekala, trajik öğelerle desteklenebilecek bu yolculuk, geçmişi
arkada bırakıp yeni bir ülkeye, üstelik atalarının topraklarına yerleşme eylemi
o denli kayıtsız bir şekilde anlatılır ki romanda, okur İrene’nin iç dünyasına
geçmekte zorlanır zaman zaman.
Bir
yanda geride kalmış ülke, öte yanda onu bir türlü içine almayan, kabullenmeyen,
zorluklar çıkaran yeni ülke. Bir yanda doğduğu ama onu dışlayan bir ülke, diğer
yanda onunla aynı dili konuşan ama buna rağmen yine de onu dışarıda tutan, bir
türlü kabullenmeyen bir ülke. Böylece, roman kahramanını çok iyi bildiği bir
dünyanın, mülteci olmanın o garip ve katlanılması zor eşiğine getiriyor Müller.
Oturma izni almak için boğuştuğu Alman bürokrasisi, kendisi gibi bir yerleri hep
eksik olan mülteciler ve İrene’nin bölündüğü üç ayrı aşk. Almanya’ya adım
attığı anda sevdiği adam değil, başka biri karşılar İrene’yi. Daha sonra bir
başkası. Kendisini hiçbir yere ait hissetmeyen İrene’nin, bunu ne kadar istese
de aynı zamanda kendisini birine ait hissedemediğini de görürüz roman boyunca.
Şüphesiz,
bu duygu sadece İrene’ye ait değildir. Nitekim, Edward Said, “Kış Ruhu” adlı
ünlü denemesinde şunları söyler: “Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer
arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz
gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek de mümkün değildir.” İrene’nin ruh
dünyası tam da Said’in çerçevesini çizdiği bu duyguya denk düşer. Herta Müller,
“bu onulmaz gediğin” içinden geçirir roman kahramanını. Her zaman kederli, her
zaman benlik ile benliğin gerçek yuvası arasındaki yarıkta tutar İrene’yi. Karşılaştığı
yeni dünya kadar geride bıraktığı eski vatanı, kabuslar yardımıyla hayatından
çıkmaz hiç.
Tek Bacaklı Yolcu, mülteci olmayı, hiçbir zaman
bir yere ait olmamayı odağına alsa da, bütün bu unsurlara bütün bütüne bel
bağlamıyor. Bu romanı esas önemli kılan durum, gerçekten mülteci, gerçekten
“sakatlanmış”, gerçekten yara almış bir mültecinin zihnine girip, onun iç
dünyasını benzersiz bir dille anlatmasında yatıyor kanımca. Romanda ne
fazlasıyla etkileyici bir olay var, ne de çarpıcı bir hikâye. Yazar, roman
kahramanın iki ülke, üç erkek ve yeni bir dünya içindeki şaşkınlığını çoğu kez hayranlık
uyandırıcı bir dille anlatıyor. Üstelik, uzun olmayan, fazlasıyla kısa
cümlelerle yapıyor bunu Müller. Hiç şüphesiz şiirsel bir dil bu. Örneğin, İrene’nin
idareciyle konuştuğu sahnedeki bir yarıntı bile yazarın gücünü gözler önüne
serer kanımca. İrene’nin idareci karşısındaki sıkıntısını tek bir cümleyle
anlatıyor yazar. Roman kahramanına bir soru sormuştur idareci. Kadınsa,
susmaktadır. Bu suskunluğu anlatıcının sesi bölüyor: “İrene, adamın ceketinde kendi
bakışının tutunabileceği bir yer aradı.” Bu ve benzeri sayısız cümleyle romanını
kuruyor Herta Müller. Hepsi şiirsel, hepsi çok etkileyici.