Türk
şiirinin adı pek öne çıkmamış şairlerinden Celal Sılay, “Mavi Randevu” adlı
şiirinde zarif ve bir o kadar da çekingen bir evlenme teklifinden söz eder:
“Sıcak nefesin yüzüme değiyordu / “Evlenebilir miyiz” diye sormuştum, / Yürüyüşün
değişmiş, yüzün pembeleşmişti; / Mavi elbiseler içindeydin, gökyüzü maviydi”. 1942
baharında yapıldığı anlaşılan bu evlenme teklifine kadının verdiği muammalı cevaba
yine şiirin içinde yer verilir: “Elini elime verdin, ayrılıyorduk, / Gözlerin
gözlerimde, dudakların ıslak / “Sık sık konuşalım” demiştin; gittin”.
“Mavi
Randevu” şiirindeki kadının düpedüz geri çevirdiği bu evlenme teklifi eğer
amacına ulaşmış olsaydı, şiirin mekânı pekala bir düğüne evrilecek ve mevsim de
yaz olacaktı şüphesiz. Hazırlıklarına kıştan başlanılan, kimse için bir
mazerete yer bırakmasın diye mümkünse yaz mevsiminin tam ortasına denk
getirilen düğünler yazın asıl habercisidir çünkü. Ama bu habercinin nasıl bir
hengâme ile sarmalandığını, koca yazın nasıl da uzadıkça uzadığını bir zamanlar
düğün hazırlığı yapmış herkesin iyi bileceği bir duygudur. Bütün o bitmez
tükenmez hazırlıkların nihai hedefi daha sorunsuz bir düğün günü yaşamaktır
elbette. Ama asıl sorun ve hengâmenin düğün gününün kendisi olduğu vakti
gelince anlaşılır genellikle.
Birkaç
saatlik gelin başı için sizden maaşınızın yarısını talep eden kuaförler, kuaför
çıkışı uğranılan ve garip garip pozlar verilen fotoğrafçılar, basık tavanlı ve
havasız düğün salonları, bu salonların tam ortasında parıldayan yanardönerler, birörnek
ve habire daha fazla alkış isteyen müzik grupları, sık sık yapılan canhıraş çağrılar,
salonun ortasında yanardönerlerle birlikte dönenlere saçılan paraları
toplamakla mükellef gençler, iki rakip gibi salonun farklı yerlerine mevzilenmiş
akrabalar, ortalıkta dolanan ve habire kola içen çocuklar; bir saatten sonra gevşetilen
kravatlar, yedi katlı pasta, çay bardaklarıyla masa altından gizlice içilen rakılar,
gökyüzüne salınan havai fişekler; bütün bu curcunanın ortasında kurbanlık koyun
gibi etrafa donmuş gözlerle bakan gelin ile damat, takı merasimi, klakson sesleriyle
bütün şehri ayağa kaldıran düğün konvoyu, sevinç nidaları, ıslık ve alkışlar..
Bu sahneler hepimize şöyle ya da böyle mutlaka tanıdık gelir: Ya bütün bu
olanlar kendi başımıza gelmiştir ya da günün birinde elimize tutuşturulan bir
davetiye ile yol aldığımız düğün salonlarının birinde bizi de sarmalamıştır sözü
edilen bu anlar.
Tek gecelik
bir etkinlik olmasına rağmen hazırlığı ayları bulan bu törenin bireylerin ortak
hafızasında nasıl yer kapladığını ve sadece bireysel değil, düğünlerin aynı
zamanda toplumsal hayatın daraltılmış bir örneği olduğunu iyi bilen edebiyat bu
sahneden fazlasıyla yararlanmıştır. Düğün temalı sayısız roman ve öykü tam da bu
mekâna odaklanır. John Berger’ın AIDS hastası bir kadınla onu seven bir adamın evlenme
çabalarını ve düğünün giderek ölüme doğru yol almasını anlattığı romanı
“Düğüne”, Ian McEwan’ın 1960’lı yılların İngiltere’sinde yasakların tabuların gölgesinde
evlenen iki gencin trajik gerdek gecesinden söz eden romanı “Sahilde”, Erich Hackl’ın
yazdığı ve Alman toplama kampı Auschwitz'de
yaşayan iki kişinin evlenme hikâyelerine değindiği kitabı “Auschwitz'de Düğün”,
Bukowski’nin ayrıksı bir düğünün huysuz sağdıcını anlattığı “Büyük Zen Düğünü”,
Kafka’nın “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, Dorit Rabinyan’nın
“Bizim Düğünler”, Stefan Zweig’ın
“Lyon'da Düğün” gibi yapıtları yukarıda sözü edilen düğün temalı
kitapların başında geliyor. Sadece iki kişi ve onların yakınları arasında olup
biten bir eylem olarak değil, toplumsal yaşamın sahnesini de içeren, bireysel bir
sıkıntıdan ziyade ondan da büyük bir bağlama işaret etmek için edebiyatın
sıklıkla düğünleri önemli bir mekân olarak seçtiği görülür.
Türk edebiyatında da konusunu bir düğünden alan, mekân
olarak bir düğün sahnesinin seçildiği, düğün öncesi veya sonrasındaki gelişmelerin
yapıtın odağına oturtulduğu sayısız metin çıkar karşımıza. Bu metinlerin başında
da, Şinasi’nin yazdığı ve Türkiye’de batılı anlamda ilk tiyatro eseri olarak
kabul edilen “Şair Evlenmesi” gelir hiç şüphesiz. Batılı tutum ve davranışları
ve eğitimli biri olmasına rağmen safdil bir karakter olarak öne çıkarılan şair Müştak
Bey’in görücü usulü evlenmesini ve bu evliliğin ardından yaşanan bir dizi karışıklığı
konu alır “Şair Evlenmesi”. Oyun teknik olarak batı tiyatrosunun etkisinde olmasına
rağmen, görücü usulü evliliği halk diliyle ve toplumdan seçilmiş kahramanlar yardımıyla
eleştiriye tabi tutar. Kemal Bilbaşar’ın bir dönem dizi film olarak da ekranlarda
gösterilen “Başka Olur Ağaların Düğünü” adlı kitabı ise, inançlar, gelenek, töreler,
hayat görüşleri, çatışan çıkarlar, nedenler/sonuçlar arasında gelişen olayları,
gelenekçi bir yönsemeyle, daha çok folklorik öğelerden yararlanarak anlatır.
Aynı şekilde, Şükran Kozalı’nın yazdığı ve sinemaya da uyarlanan “Eğreti Gelinler”,
Anadolu’nun kimi yerlerinde daha çok düğünden önce yapılan bir etkinlikten yola
çıkarak, evlilik çağındaki zengin genç erkekleri evliliğe hazırlama amacı
taşıyan “eğreti gelin” geleneğine odaklanır.
Buraya kadar alıntılanan üç eserde de daha çok geleneksel unsurların
dikkate alındığı, bireysel çatışmalardan ziyade, dinamiğini geleneksel unsurların
yarattığı çatışmalardan alan metinlerle karşılaşırız. Düğün ve evlilik kurumu, bu
metinlerde, törelerin baskısı arasında sıkışıp kalmış kadın veya erkeğin yaşadığı
çıkmazın ana mesele olarak öne çıktığı önemli bir mekân olarak belirir. Bağlamı
belirleyen daha çok gelenektir söz edilen kitaplarda.
Düğün temalı metinlerin yukarıdakine benzer geleneksel öğelerden
sıyrılıp daha bireysel, daha çatışmalı bir hal alması için biraz daha beklemek gerekmiştir.
Adalet Ağaoğlu’nun “Dar Zamanlar” üçlemesinin ikinci kitabı olan “Bir Düğün Gecesi”,
mekân olarak bir düğünü seçen, düğünlerin çeşitli çevrelerden önemli kesitler
sunmadaki imkânını iyi kullanan kitapların başında gelir hiç şüphesiz. “Kalkınan
memleketimizin milli temeline yeni bir harç olmak üzere” Anadolu Kulübü’nde
gerçekleştirilen ve benzer konumdaki pek çok roman gibi tek bir gecede geçen roman,
çok çeşitli toplumsal sınıflara ve politik görüşlere sahip bireyleri bir düğün
sahnesinde bir araya getirir. Zengin bir işadamının kızı ile bir generalin oğlu
arasında yapılan düğün, 12 Mart sonrasının bir hesaplaşma alanı gibidir adeta. Yukarıda
adı anılan romanlar daha çok iki kişi arasında yaşanan ve çoğunlukla törelerle
sekteye uğrayan bir etkinliğe vurgu yaparken, Ağaoğlu’nun romanı, düğünü bir
memleket temsili olarak görür.
Dışarıda bırakmış olabileceğimiz pek çok eserin dışında, düğünleri
bireysel ve toplumsal yaşamın önemli bir merkezi olarak gören bir diğer önemli
tür de öykü olmuştur kuşkusuz. Düğün teması ve öykü dediğimizde ise, mutlak
suretle Cemil Kavukçu’nun “Uzak Noktalara Doğru” adlı kitabında yer alan “Dört
Örümcek” öyküsünü anımsatmak gerekiyor kanımca. “Dört Örümcek” öyküsünde o güne
kadar el attıkları hiç bir işte tutunamayan bir grup arkadaşın düğünlerde çalmak
amacıyla kurdukları bir orkestra macerası anlatılır. Kurdukları müzik grubuna
“Dört Örümcek Şov Orkestrası” adını veren dört arkadaş bir süre sonra düğünlerin
aranılan topluluğu haline gelir. Ama çok geçmeden, orkestra çok talihsiz bir
olay yaşar. Grubun gitaristi Alibo’nun sevdiği kız Perihan bir başkasıyla evlenmektedir
ve maalesef Dört Örümcekler, bu düğünde de çalıp söylemek zorunda kalmışlardır.
“Dört Örümcek Şov Orkestrası”nın trajik sonu da bu düğünden sonra başlar. Öykünün
kahramanlarından ve grubun solisti Eko’ya göre, bütün düğünler yanlıştır ama Perihan’ın
düğünü en yanlışıdır.
Genç öykücü Seray Şahiner’in ilk kitabına adını veren “Gelin
Başı” öyküsü, düğünden önceki ritüelin önemli bir parçası olan bir kuaför
salonunda geçer. Kuaför koltuğunda saçının yapılmasını izleyen bir gelinin dilinden
anlatılan öykü, bekâret konusuna odaklansa da etkili bir düğün öncesi karmaşası
sunar bize. Ama bu konuda en çarpıcı metin son dönemlerin bol ödüllü öykücüsü
Behçet Çelik tarafından yazılmıştır kanımca. İlk kitabına adını veren “Düğün Birahanesi”nde
bir düğün salonunun bitişinde kurulu bulunan birahanedeki bireylerin üzerinden benzersiz
bir öykü anlatır Behçet Çelik. Düğün salonunun atmosferinden bunalıp kapağı bitişteki
“Düğün Birahanesi”ne atan öykünün kahramanı, bir düğün salonunun yanına neden
birahane açılmış olabileceğini düşünmeye başlar. Çok geçmeden de, gelinin eski
sevgililerinin, bir ihtimali ellerinden kaçırmış olanların, daha doğrusu
düğünün dışında kalmışların geldiği bir mekân olarak düşünür bu birahaneyi.
Bu yazıda konu edinilen edebi metinlerin tamamındaki düğün
algısının sıklıkla bir olumsuzlukla, trajediyle yan yana, deyim yerindeyse “düğün
ve cenazenin” hep aynı anda, aynı karede beliriyor oluşu dikkatli okurların gözünden
kaçmamıştır sanırım. Kelimenin gündelik karşılığı hep bir mutluluk anını, tatlı
bir telaşı, bir sevinç gösterisini işaret ederken, edebiyat bu mutluluk
tablosunun yanına sıklıkla olumsuz fiiller de eklemektedir. Ama neden? Çünkü, ister
öznesi olunsun, isterse de konuğu: Kişide aynı anda iki duyguyu birden
uyandırır düğünler. İki kişinin yaşadığı mutluluğu başkalarıyla da paylaştıran özelliği
kadar, boğan ve daraltan bir yanı da vardır düğünlerin. Düğün salonlarında gelinle
damat hariç hiç kimsenin bir yere sabitlenememesinin, ortada onca eleştirel gözün
dolanmasının, herkesin sıklıkla ortadan kaybolmasının, düğün salonlarının dışının
kimi anlarda içeriden daha kalabalık olmasının bir nedeni de budur belki de. Birçoğumuza
sıkıntı veren bu atmosferi görmek de şiire düşmüştür sanırım. Osman Konuk, “Kır
Düğünü” adlı şiirinde düğünün sevinç verdiği kadar eski bir sıkıntıyı da
anımsatan bu tarafına değinir gibidir adeta. Mekân bir salon değil, bir kır
düğünüdür bu sefer. Ama sıkıntı aynıdır:
kır düğünü
80’lerin slow şarkılarıdır sebep biraz da
insanları sömürgecilerine benzeten
keten takımlar, tango, fiyonklu masa örtüleri
dersu uzala’ dan dersler çıkarmak
gelin bilkent’te iç mimari, baba koç’ta genel köle
her gramı çok değerli elli iki kilo anne
zaten amaç elli iki yıl sonra
hiç bakılmayacak fotoğraflarda en iyi yeri kapmak
bir Kutlu hikayesine giremeyecek tipler işte
damat her şeyi kaydediyor
el kamerasıyla gerdeğe girmek deyimini bilmiyor çünkü
oluyor böyle şeyler salaklık endüstrisinde
dilekler tekrarlanır, müzik tekrarlanır
belki yakışırdı beyaz bu kadar tekrarlanmasa
o kötü gülümsemeye verilmez bu kadar para
gelin habersiz; bu düğün daha önce yapıldı
yeminli örnek deyimini bilmiyor çünkü
benimle tekrar edin!
ilk beş sene çocuk istemeyecekler
ikinci beş nasıl geçti
anlamadan
üçüncü beş sene de çocuk onları istemez
bir sürü albüm, bir sürü diyet küpürü, bir sürü…
ankastre mutfağında aval aval bakınaraktan
bu bakınma daha önce yapıldı
gelinliği faize sevim’den annesi şahit
oysa herşey çok özel olacaktı geline göre
herşey çok genel oldu sonucu niye
bağlamı farklı ama eren’le bir
konuştuyduk
arjantin’e aşık olur, almanya’yla evleniriz
Milliyet Sanat Dergisi
0 yorum:
Yorum Gönder