Edebi birtakım teknikleri deneme isteği ile kimi toplumsal meseleleri metinlerine taşıma çabası yan yana ilerler Yavuz Ekinci’de. İlkinde kısmen başarı kaydederken, diğerinde çoğu kez klişelere saplanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı denebilir yazar için. Edebiyata dair yeni tekniklerin öne çıktığı ilk tercihinde dil, üzerinde çokça düşünüldüğü belli olan bir farkındalık oluştururken, aynı dil ne zaman toplumsal sorunlara eğilse sıradanlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bunu görmek için yazarın Bana İsmail Deyin adlı kitabındaki bazı öyküleri okumak yeterli olacaktır sanırım. Bu kitaptaki öyküleri birlikte okuduğunda aralarında büyük farklar olan metinlerin aynı kalemden çıktığına inanmakta zorlanacaktır okur. Bir yanda etkileyici öyküler, diğer yanda olabildiğince klişe, yavan bir öykü tasarımı. Bir yanda gücünü kısa cümlelerden alan çarpıcı bir dil, diğer yanda karşısında bir okur olduğunu unutan özensiz tercihler.
Kürt sorunu, Ermeni meselesi…
Yavuz Ekinci, ilk romanı Tene Yazılan Ayetler’de yukarıda sözü edilen iki eğilimi tek kitapta buluşturmaya soyunmuş, ilk kitaplarda sıkça görülen kimi fazlalıkları taşımasına ve başka itirazlara karşın kısmen başarılı olmuştu. Bir taraftan bütün bir edebiyat tarihini elden geçirmeye niyetlenirken, diğer taraftan ülkenin doğusunda yaşananları aynı potada eritmeye çalıştığı Tene Yazılan Ayetler’den sonra yeni romanı Cennetin Kayıp Toprakları’nda yine o coğrafyaya dönüyor Ekinci. Bu sefer odağına Kürt sorunu ve Ermeni meselesini alarak yüzyıla yayılan bir acının izini sürüyor. Mirza adlı bir çocuğun gözünden aktarılan ilk bölümde, kendi halinde yaşayan bir köyün zaman geçtikçe aslında hangi gerilimlerle sarmalandığı anlatılıyor. Yer yer gereksiz uzatılan ayrıntılara ve etkileyici olmayan sahnelere rağmen, henüz dile gelmeyen, bir fısıltı halinde ilerleyen bir zorunlu değişim hikâyesi giderek romanın odak noktasını oluşturuyor. Kitabın ikinci bölümünde konuşmaya başlayan ve adım adım ölüme yaklaşan babaanneyle birlikte, sonradan Müslüman olmuş bir kadının hikâyesi iyiden iyiye açığa çıkıyor. Babaanne tam da ölüme yaklaşırken geçmişine dönüyor. Daha doğrusu içinde taşıdığı acı, ölüme yaklaştıkça dile geliyor. Romanın son bölümünde ise sonradan Müslüman olmuş Ermeni babaannenin tabutunun, baba ve oğul tarafından köye götürülüşü anlatılıyor. Bu yolculukta, yakıcılığını sürdüren Kürt sorunu beliriyor yeniden.
Ekinci’nin bazı yapıtlarında öne çıkan toplumsal sorunlar bu romanın da bel kemiğini oluşturuyor. Ancak klişelere hapsolma, gerçekliğe sadık kalma uğruna onu güçlü bir edebiyat metnine dönüştürememe, anlattığı olayla kendisi arasına bir mesafe koyamama sorunu bu romanda daha belirgin bir hal alıyor. Romanın girişinde anlatılan köy de, bu köyde yaşayan insanlar da gayet sıradan ayrıntılarla resmedilmiş. Daha önce başka romancıların metinlerinde defalarca tekrarlanan ve çoğuna güncel tarih tartışmalarından vakıf olduğumuz birtakım olaylar, herhangi bir edebi kaygı duyulmadan, bu olaylara bir derinlik katılmadan, yeni bir bakışla yaklaşma niyeti olmaksızın metne taşınmış. Oysa bir romancının asıl derdi, güncel tarih tartışmalarına katkı yapmak yerine o tartışmanın tam da gözden kaçırdığı insani boyutu gözler önüne sermek olmalı.
Yavuz Ekinci bir gazetedeki yazısında Calvino’nun bir tespitine yer vererek, kimi yakıcı konulara el atan yazarların olaylara dışarıdan bir bakışla yaklaştığını belirtip, kendisinin tam tersine, içeriden bir bakışla yazdığını, hedefinin bu olduğunu ima ediyordu. Ancak asıl sorunun bu olmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Eğer bir romandan söz ediyorsak ilk elde asıl tartışmamız gereken, ortaya çıkan metnin edebi yapısı olacaktır. Ancak, Irmak Zileli’nin de belirttiği gibi, bu niyete rağmen Cennettin Kayıp Toprakları edebi ölçütler içinde kalarak tartışılabilecek bir roman değil ne yazık ki. Çünkü Ekinci’nin, tam da içeriden bir bakışla anlatmaya başladığı zaman, metnin yapısı üzerine çok da düşünmediğini, yeni bir bakış imkânı sunmadığını görüyoruz. Oysa bir yazarın temel derdinin, anlattığı olay ve bu olayla arasına koyduğu mesafe kadar, anlatma sorununa karşı geliştirdiği stratejiler, denediği yeni imkânlar olması gerektiği kanısındayım. Kitapta pek rastlanmayan etkileyici cümlelerin birinde, “anlatmanın da bir süre sonra aslında öldürmek olduğunu” söylüyor babaanne. Ancak kitaba daha yakından bakıldığında, romandaki asıl sorunun anlatarak öldürme değil, kötü anlatarak öldürme olduğu belirgin bir şekilde görülüyor.
Anlatım bozuklukları ve hatalar…
Bir bakıma yeni bir şey söylemekten ısrarla kaçınan Cennetin Kayıp Toprakları’nın tek sorunu bu değil. Bazen en sıradan konuyu bile büyülü bir hale sokan, bir anlamda edebiyatın varlık gerekçesi olan dil de bundan payını alıyor ve yer yer, en az anlatılan olay kadar etkisizleşiyor. Gerçi aşağıda sıralayacağım türden dil problemleri yazarın öykü kitaplarında da vardı ama bu romanda dilin ziyadesiyle yavanlaştığı, üstelik çok sayıda dilbilgisi yanlışı olduğu görülüyor. Anlatım çeşitliliğine başvurmak yerine hemen her paragrafın girişinde ısrarla kullanılan ve devamındaki cümle içinde de tekrarlanan “batarken, çıkarken, giderken, silerken” gibi zarf fiiller, “binlerce koyun, keçi ve eşekler” gibi çokça özne-yüklem uyumsuzluğu, “gözlerim ağlamaktan ve beklemekten artık yosun tuttu,” gibi klişe sözler, “dişlerini sıkınca alnında ter taneleri birikmeye başladı ve ardından sanki alnını söküp atmak istermişçesine elleriyle ovuşturmaya başladı” cümlesindeki gibi aynı kelimelerin cümle içinde birkaç kez kullanılmasından kaynaklı fazlalıklar, “hastanede çalışan doktorlar” gibi nice anlatım bozukluğu, romanın içeriğindeki sorunlara biçimsel birtakım sorunların da eklenmesine yol açıyor. Öyle ki, yazar bir yerde kolay unutulmayacak şu cümleyi kuruyor: “Ermeni ahalisi can havliyle kaçmadan önce altınlarını toplayıp buraya getirip bir daha dönüp alırız umuduyla altınları mağaraya saklamışlar, kimse bulup almasın diye de papazları, altınları efsunlaşmış.” Sadece bu cümle bile romanın diliyle ilgili bir fikir verebilir sanırım.
Ne yazık ki bu türden anlatım bozuklukları kitabın bütününde mevcut ve birkaç sayfada bir karşımıza bir örneği çıkıyor. Bıktırıcı derecedeki tekrarlar da kitabın başka bir handikabı olarak beliriyor. Romanın kurgusuna pek etki etmeyen nice olayın başka kahramanlar tarafından tekrar tekrar anlatıldığını gördükçe maalesef kitabın okunma zevki de azalıyor. Sonuç olarak, bir ülkenin üzerinde hayat sürdüğü, ama dipten dibe onu hep zorlayan acıları anlatmaya soyunmak gibi önemli bir iddiayla ortaya çıkan bir romanın her şeyden önce etkileyici bir dile sahip olması gerektiğini gözden kaçıran bir kitap denebilir Cennetin Kayıp Toprakları için.
0 yorum:
Yorum Gönder