Semih Gümüş, geçtiğimiz ay
yayımlanan ve gayet şaşırtıcı bir şekilde kısa sürede çok satar kitap listelerinin
üst sıralarına yerleşen Yazar Olabilir
miyim? adlı kitabının hemen başında “Yaratıcı Yazarlık Öğrenilebilir mi?”
diye sorduktan sonra, günümüzde öykü, roman ya da şiir yazmanın sözgelimi otuz
yıl öncekinden daha çekici olduğunu vurguluyor. Hiç şüphesiz bu ilginin artmasında
düne kadar kimi edebi mahfiller aracılığıyla hayat bulan edebiyatın artan
iletişim olanaklarıyla daha geniş bir çevreye yayılması, çoksatar kitapların
yarattığı etki, dahası Türkiye’de yayıncılığın bir endüstriye dönüşmesinin de
payı var. Nitelikli edebiyat ürünleri kadar popüler kitapların gördüğü ilgi, bu
endüstriye daha büyük kanallar açan gazete kitap ekleri, televizyon programları
vs. unsurlar da eklenince, yazarlık düne göre daha ilgi çekici bir hal aldı
denilebilir. Ancak, Türkiye’de yıldan yıla artış gösteren örneğin roman
sayısının çokluğunu sadece bu unsurlara bağlamak şüphesiz yanlış olacaktır. Ama
her yıl giderek artan ilk kitap sayılarına baktığımızda bile bu ilginin hiç de
azımsanmayacak ölçülere vardığı sonucuna ulaşırız. Demek ki yazarlık düne göre
daha ilgili çekici, daha rağbet gören bir niteliğe sahip artık.
Türkiye’de yazarlığa olan ilginin
giderek arttığına en önemli delillerden biri de hiç şüphesiz son yıllarda
birbiri ardına açılan yaratıcı yazarlık kurslarıdır kanımca. Belli başlı tüm
şehirlerde pek çoğu tanınmış yazarlar eliyle açılan bu kurslara ilgili
sanıldığının aksine çok fazla. Ancak, Murat Gülsoy, Semih Gümüş, Feridun Andaç,
Aydın Şimşek, Cemil Kavukçu gibi yazarlar ile Türkiye Yazarlar Birliği, UM:AG gibi
kurumların düzenlediği bu kurslar, ilk anda edebiyat dünyası tarafından beklenen
bir dirençle karşılandı. Yazarlığın bu türden kurs veya atölyeler aracılığıyla
öğrenilemeyeceği, edebiyatın dışarıdan belirli bir müfredat dahilinde yürütülen
bir çabayla değil tamamen bireysel bir girişimin ürünü olduğu, içsel bir
deneyimin sonucunda hayat bulduğu eleştirisiyle karşılaştı bu türden girişimler.
Öyle ya, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, nitelikli olanla niteliksiz
olanın tamamen bireysel bir çabayla öğrenildiği, bunun sonucunda da kendi
deneyimini üretmeye soyunmuş bir yazar kuşağının aksine, belirli bir süre devam
ettiği kurslar aracılığıyla bu bilgilere tez elden ulaşan, orada aldığı eğitim
sonucu hemen yazar olmaya soyunan, öncekine oranla daha zahmetsiz ve kısa
yoldan hedefe ulaşma imkânı sunan bu yapı edebiyata gerçekte ne tür bir katkı
sunabilirdi? Üstelik sadece bu kurslar değil, zaman içinde sayıları gittikçe
artan bu kurslar kadar söz konusu alanla ilgili yayımlanan kitap sayısı da
dikkat çekiciydi. Romandan öyküye, hatta şiire varana değin, yaratıcı yazarlık
dersleri veren, genç yazar ve şair adaylarına yol göstermeye niyetlenen nice
kitap bulmak mümkün piyasada. Ama bütün bu kitaplar, zaten hayli dirençle
karşılaşan bir konunun yeniden alev almasını sağladı. Yazarlık, kurs veya
atölyeler veyahut bu türden kitaplar aracılığıyla öğrenilebilir miydi gerçekten
de? Yararları kadar ne tür zararları vardı bu kursların? Özelikle Amerika ve
Avrupa’da hayli revaçta olan bu konu Türkiye’de ne tür bir seyir izliyor? Öncelikle
bu sorulara bir cevap bulmak gerekiyor kanımca.
Ustam Öldü Ben Satarım
İster gerçek manada, ister hayali
bir uzamda olsun, her yazar adayı yazıya soyunduğu ilk andan itibaren her
koşulda edebiyat tarihini karşısında bulur. Kimi zaman usta diye bellenen bir
yazar veya yazarlar eliyle, kimi zaman da koca bir edebiyat tarihini
yedekleyerek yazar adayına yol gösteren bir dünya açılır hemen önünde. Gelenek,
tam da bu aşamada her yazar adayına içinde yer aldığı, nefes alıp verdiği atmosfer
kadar, ona kimi tıkanma noktaları kadar yeni imkânlar da sunan bir değerler
bütünü olarak yol gösterir. Düne kadar özellikle kimi dergiler veya edebiyat
mahfilleri ile başlı başına bir okul olarak addedilen kimi yazarlar eliyle geleneğin
sürekliliği sağlanmış, ister gerçek manada ister hayali, bir usta çırak
ilişkisi sürekli bir biçimde varlığını korumuştur edebiyatımızda. Ama bu
sürecin belirli bir program dahilinde yürümemesi çeşitli imkânlar sunmuştur
genç yazar ve şair adaylarına. Bu tercih onu çoğunlukla hem belirli bir
edebiyat geleneğine veya bir yazarın etki alanına yakın tutarken, hem de o
geleneğin içinde kimi yeni devinimler yaratmasına, hatta bazen bütün bütüne o
gelenekten kopup kendi başına yeni bir deneyime soyunması imkanını da
doğurmuştur.
Semih Gümüş, adı geçen kitabının
girişinde yukarıda belirtilen bu durumun tehlikeli bir tarafına çekiyor dikkati.
“Kişilerle kurulan ilişkilerin bir sakıncası var. Düşüncelerine başvurduğunuz
bir kişi olduğuna göre, bütün bütüne onun öznel yorumları ve yargılarıyla
belirlenmiş bir yola girmeye başlamışsınız demektir.” Gümüş, yazısının
ilerleyen bölümlerinde, yaratıcı yazarlık çalışmasını bir grubun parçası
olarak, kolektif bir biçimde yürütmenin sözünü ettiği sakıncanın adamakıllı bir
şekilde giderebileceği görüşünü savunuyor. “Yazar adayının bir değil, bir çok
kişinin düşünceleri içinden geçerek bir yol bulması, hiç kuşku yok ki daha
nesnel seçimler yapmasını sağlar. Demek ki kolektif çalışma olanağı, bire bir ilişkilerden
daha geniş, esnek, dolayısıyla daha olması gerektiği gibi çalışma fırsatları
sunar.” Eleştirmen Semih Gümüş, bu sözleriyle edebiyatın bireysel bir çabanın
ürünü olduğu görüşü ile usta-çırak ilişkisini bütün bütüne yadsımamakla
birlikte, dikkatleri bu türden kurs veya atölyelere ve onların faydalarına çeker
aslında. Ancak, burada tam da şu hususun gözden kaçırıldığı görüşündeyim. Bu
yazarlık çalışmaları her ne kadar kolektif bir biçimde sürdürülüyor olsa da, bu
gruba bir yön tayin eden, onları belirli bir plan dahilinde yönlendiren bir “eğiticinin”
varlığı da unutulmamalıdır. Demek ki sanıldığının aksine nesnel ölçülerle
hareket eden bir gruptan çok, öznel görüşleriyle bu gruba yön veren bir “eğiticinin”
yönetimindeki gruptan söz edilebilir ancak. İlkinden farklı olarak yazar adayı
ve onun usta diye bellediği yazarın yerini, bu kez yine bir yazarın
yönlendirdiği ancak sayıca fazla olan başka bir grup yönlendirmektedir.
Yine de, kendisi de bir yaratıcı
yazarlık atölyesinin sürdürücü olan Semih Gümüş, hemen hemen tüm yaratıcı
yazarlık atölyelerinin girişinde yazan aynı uyarıyı paylaşıyor okurlarıyla. “Hiç
kuşku yok ki, yaratıcı yazarlık bir ustadan öğrenilemeyeceği gibi, yaratıcı
yazarlık bölümlerinde ya da atölyelerinde de öğrenilmez. Yazarlık, bütün bütüne
bireysel bir uğraş. Sonunda her soruna çözüm arayan yazar adayı, bu
beklentisinin tam karşılığını hiçbir yerde bulamayacaktır.” Öyleyse,
beklentisine bir karşılık bulamayacağını bile bile neden bu türden kurslara
veya kitaplara ilgi gösterir pek çok yazar adayı? Sözü edilen kurum ve kitaplar
genç yazar adayına ne vaat eder? Onca uğraştan sonra ne verir onlara?
Bugün özellikle Türkiye’deki
yaratıcı yazarlık kurs ve atölyelerinin programlarına ve pek çoğu bu
atölyelerdeki derslerin ürünü olan kitaplara baktığımız zaman, yaratıcı
yazarlık atölyelerinin bir yazar adayına verebileceklerini de görmüş oluruz. Sözü
edilen bu kurs ve kitapların en temel özelliğinin, yazınsal bir metnin nasıl
yazılacağına ilişkin yol yordam göstermesi, çeşitli tekniklerin kullanılması
konusunda yazar adayında farkındalık yaratmaya niyetlenmesi olduğu rahatlıkla
söylenebilir. Demek ki, içerikten çok biçime odaklanmış, dil ve kurgunun öne
çıkarıldığı, yapının önem kazandığı, çoğunlukla kimi önemli yazarların kimi
tekniklerine odaklanıldığı bir bağlamla karşı karşıyayız.
Yaratıcı yazarlık çalışmaları
konusunda Türkiye’deki en önemli isimlerden biri olan yazar Murat Gülsoy’un düzenlediği
kurs ve atölyelere baktığımızda bu gerçek kendisini en net biçimde gösteriyor. Yaratıcı
yazarlık kursunda bir tür seminerler bütününe yer veren Gülsoy, bu kursta kendi
yazarlık deneyimi kadar başka yazarların metinlerinin çözümlemelerine de yer
veriyor. Dahası, kursiyerlerin yaratıcı metinler üretmelerini tetikleyecek bir
takım ödev ve tekniklere de yer veren Gülsoy’un, diğer yazarlardan farklı
olarak bu seminerler bütününü aynı zamanda kendi yazarlık uğraşı için bir tür
avantaja çevirdiği görülüyor. Bu kurs ve atölyelerde verdiği dersleri Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık ve 602. Gece adlı kitaplarına taşıyan
Gülsoy’un yakın zamanda yayımlanan Tanrı
Beni Görüyor Mu? adlı kitabıysa yine bu atölyelerde öne çıkardığı kimi
teknikler yardımıyla ortaya çıkardığı metinlere yer veriyor. Bir resimden yola
çıkarak metin oluşturma, diyalog yazımı, başka bir yazarın metnini genleştirme,
kimi kilit kelimeler yardımıyla bir metin yazma, karakter oluşturma, atmosfer
yaratma gibi kurmacanın unsurlarını öne çıkaran bu tekniklerin kullanıldığı Tanrı Beni Görüyor mu?’daki öyküler hiç
şüphesiz çok etkileyici ancak her yenilikçi fikrin bir süre sonra yerleşik hale
gelmesi sonucu kendi benzerlerini doğurma tehlikesine de kapı araladığını
hatırlatmak gerek.
Kurmacanın tüm unsurlarının
anlatıldığı ve kursiyerlerin de aktif olarak katılmalarının beklendiği bu
yaratıcı yazarlık kurslarının doğurduğu tehlikeler tam da bu noktada başlıyor
kanımca. Bu kurs ve atölyeler, her yaratıcı yazar adayına belki de o zamana
kadar farkında olmadığı bir takım teknikler bahşederken, aynı zamanda birbirine
çok yakın metinler üreten, eğitici yazarın türevi denebilecek, dahası sadece
biçime odaklanmış bir yazarlar topluluğunun oluşmasına da yol açıyor. Nitekim,
kendisi de dönem üniversitelerde bu tür dersler veren yazar Cem Akaş, bu kurs
katılımcılarının çoğunlukla kendilerini ifade edebilecekleri bir ortamda
bulunmak istedikleri (yani bir tür terapi) için orada olduklarını belirttikten
sonra, bu kursların en önemli iki sakıncasına çekiyor dikkatleri. “Yazma
ediniminin teknik yönleriyle ilgili bazı yetiler kazandırmayı amaçladığı
varsayılabilecek yazı atölyelerde bile, kişinin en iyi bildiği şeyi yazarak
başlaması isteniyor, çünkü böylece tekniğe odaklanması kolaylaşıyor. Doksan
kuşağı dünya yazarları arasında “ben edebiyatı” yapanların ne kadar çok
olduğuna bir bakın.” Akaş’ın, karşısındakine ulaşmayı temel alan bir etkinliğin
bu denli kendine dönük bir hale gelmesinden ironik bir yan bulduğu ikinci
eleştirisi de yine biçimle ilgili. 90’lı ve 2000’li yıllarda yazmaya başlamış yazarların
önemli bir kısmında yaratıcı yazarlık derslerinin izlerinin görüldüğünü
belirterek, bu yazarların cümlelerindeki sıfat ve zarfların kırılma
biçimlerinin bile birbirini andırdığını, yaratıcı yazar olma iddiasıyla yola
çıkan yazarların tam da bu noktada ironik bir biçimde yaratıcılıktan
vazgeçtiklerini vurguluyor.
Yaratıcı yazarlık kursları ile
okulların edebiyatın yaygınlaşması açısından gördüğü işlev elbette çok önemli.
Ancak Elif Batuman’nın “Gerçek Diplomayı Al” başlıklı yazısında da belirttiği
gibi yalnızca teknik becerinin öne çıkartıldığı bu türden girişimler, bir tür
teknik azınlık edebiyatının oluşmasına da yol açıyor. Dünya ve tarih
bilincinden yoksun, kendisinden önceki yazarlar ile edebiyat tarihinden
bihaber, gelenekle hiçbir irtibatı olmayan, yanı başında olup bitenlerle bile bir
derdi olmayan, yalnızca ben’e odaklanmış, öte yandan kitabının ne tür tercihler
yardımıyla dolaşıma gireceğine vakıf, pazarlama stratejilerini çok iyi kavramış
bir yazarlar kuşağının Türkiye’de de adım adım yaklaşmakta olduğu aşikâr. Örneklerini
günümüzün kimi genç romancıları ile öykücülerinde görmek mümkün.
Türkçede Yaratıcı Yazarlık Külliyatı:
Murat Gülsoy: Büyübozumu:
Yaratıcı Yazarlık. Can Yayınları. Tanrı Beni Görüyor mu? Can Yayınları. 602.
Gece. Can Yayınları.
Semih Gümüş: Yazar Olabilir
miyim? Notos Kitap.
Aydın Şimşek: Yaratıcı Yazarlık
ve Deneysel Düşünme. Kanguru Yayınları.
Yeşim Gökçe: Ben Büyüyünce Yazar
Olacağım. Kapital Yayıncılık.
Veysel Çolak: Şiir Nedir? Nasıl Yazılır? İkaros Yayınları
Danell Jones: Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri. Timaş
Yayınları.
Stephen May: Yaratıcı Yazarlık. Optimist Kitap.
0 yorum:
Yorum Gönder