“En güzeli, yol yürüyüş öğretir
Dostum,
eskimeyen arkadaşım”
Gülten Akın
Herkes
beni bir demiryolu aşığı sanıyor ama gerçek öyle değil. Babam, otuz yıla yakın
bir zaman hep aynı tren istasyonunda yol işçisi olarak çalıştı. Ama bir gün bile başka bir istasyona tayin
olmaktan söz ettiğini hatırlamıyorum. İşinden yana mutlu olduğu söylenemezdi.
Bir drezinanın güç bela ilerlediği güzergahta hemen hemen her gün demiryolunu
onarmak sanıldığı kadar kolay değildi çünkü. Kar, demiryolunu kapardı, onu
çağırırlardı. Gider, günlerce eve dönmezdi. Üzerinde kardan sırılsıklam olmuş
elbiseleriyle eve geldiğinde buğular yükselirdi gövdesinden. Kimse ona
yaklaşamazdı ama sabah hiçbir şey olmamış gibi yine yola düşeceğini adımız gibi
bilirdik. Güneş, rayları gevşetip kaza ihtimali belirince yola çıkardı
arkadaşlarıyla beraber. Yaz sıcağında gevşeyen rayları onarıp eve dönerdi
akşamları. Erken uyuyup sabah karanlığında yola düşerdi sefer taslarıyla. Eğer
nöbeti yoksa, yalnızca hafta sonları görünen bir babanın suretiyle açılan bir
çocukluktan geriye, bana demiryolları kaldı.
Demiryolcu
ailelerine ücretsiz seyahat yapma hakkı veren permiler sayesinde yılda iki kez
tüm aile trene atlayıp uzaklara giderdik. Permilere dönüş tarihi yazıldığı için
fazladan bir gün bile kalmazdık uzaklarda. Babam, çok sonra yaşlanıp emekli
olduğunda dahi bu zorunluluğu değiştirmedi. Trenler, otobüslerin hızına
yetişemiyordu. Bu yüzden artık otobüsle gidiyorduk uzaklara. Ama gittiğimiz
yerde, daha otobüsten iner inmez dönüş biletini alıyordu babam. Ne kadar uzağa
giderse gitsin herkes eve dönmeliydi sonuçta. Eve dönmenin belirli bir tarihi
olmalıydı ona göre. Ev, kendisinden fazlaca uzağa gideni affetmeyebilirdi
çünkü. Bu yüzden kasabaya, yeksenak zamana ve aşina olduğumuz yüzlere dönerdik
her seferinde. Bütün ağabeylerim birer birer evden uzaklaşıp gittiğinde evin en
küçük oğlu olan bana bir evin ağırlığı kaldı.
Böylesini
hayal etmemiştim şüphesiz ama bütün ömrüm (bir iki yıllık bir Ankara macerasını
saymazsam) tıpkı babam gibi hep aynı kasabada geçti. Ne kadar gitmek istesem de
daha fazla uzağa kaçamadım anlaşılan. Üç beş yılda bir tayin vakti geldiğinde,
ancak aynı kasabanın başka bir köyüne gidebildim. Her seferinde şehre biraz
daha yaklaşsam da, iyi bildiğim, huzur veren köylere yakın durmak bana daha iyi
bir fikir gibi geldi. Orada, dağların yanı başında çocuklarla bir alfabenin
harfleri arasında oyalanmak daha isabetli bir seçimdi belki de. Pek çoğu tıpkı
benim gibi hep orada, o kasabada, o köyde kalacak çocuklarla zamanı saydım.
Zamanın tıpkı yol gibi ölçülen bir şey olmadığını ise ancak yıllar sonra
anladım.
On
üç yıl boyunca her gün beni şehirden köyüme götürecek kasaba dolmuşlarına
binerken, her sabah yeni bir şey göreceğim duygusuyla gözümü açıp yola baktım.
Hiçbir şey değişmiyordu o bir saatlik yolda. Evler, köprüler, dağ başında
yayılmış koyunlar, tepelerde gelişi güzel kurulmuş köyler, her gün iki defa
geçtiğimiz tarihi köprü, yıkık çiftlikler, yol kontrolü yapan askerler olması
gereken yerdeydi sürekli. Zamanın geçtiğini saatler yardımıyla değil, dışarıda
mevsime göre değişen tarlalar, ağaçların dökülüp yeniden yeşillenen yaprakları,
toprağın renk değiştirmesinden anlayabiliyordu insan sadece. Gözümü dışarıdaki
zamandan alıp dolmuşun içindeki zamana çevirdiğimde, beni kasabadaki başka bir
dolmuşa aktaracak arabanın durakta ileri geri sallanır halde beklediğini
görürüm çoğunlukta.
Dolmuşları,
diğer ulaşım imkânlarından ayıran en temel özellik belirli bir zaman
sıkıntısının olmamasıdır belki de. Şoförün insafı ve sayısı bin türlü hileyle
arttırılmış koltuk sayısı belirler hareket saatini. Adı üzerindedir zaten, dolmayana
kadar hareket etmez dolmuş. On yedi yolcu mutlaka tamamlanmalıdır. Bu yüzden on
yedinci yolcuyu alıncaya kadar durakta ileri geri sallanan dolmuşun homurtusuna
her sabah yolcuların hoşnutsuzluğu da eklenir ister istemez. Kasabada oturmak
yerine her gün şehre gidiş geliş yapan yabancı memur ve kasabalılardan oluşan
yolcular işe geç kalacak olmanın kızgınlığıyla oturdukları koltukta sağa sola
dönerler habire. Bir türlü hareket etmeyen dolmuştan inip başka bir dolmuşa
binecekmiş gibi yaparlar. Kimi parasını geri ister, kimi de dolu halde gelen
başka bir dolmuşa koşturur telaşla. Ama taktiklerin hiçbiri işe yaramaz. Dolmuş
şoförleri müşterilerini oyalayıp biraz daha zaman kazanmak için arabayı hareket
edecekmiş gibi ikide bir hareket ettirip yeniden eski yerine geri döner.
Dışarıdan, yaz kış güneşte kaldığı için kararan ve bu yüzden herkesin Arap diye
seslendiği “ç” özürlü durak simsarının sesi duyulur: “Geş bin Ergani! Geş bin
Ergani!” Yine de öyle kolay kolay hareket etmez dolmuş. Pencereler aralanır,
tütünler sarılır, dizlere vurulup teyip yuvasına sokulan kasetten içli türküler
yükselir, şoför mahallinin üzerindeki Yılmaz Güney fotoğrafıyla göz göze
gelinir, dolmuşun orasına burasına yazılmış özlü sözler bir kez daha hatim
edilir, kızgınlıkla bekleyen gözler dikiz aynasında birbirini süzer, şoförden
korkan yolcular gözlerine kestirdikleri Arap’a çıkışır, ama on yedinci yolcu
henüz gelmediği için bir türlü hareket etmez dolmuş. Kasaba dolmuşları gitmeye
değil, aksine hep kalmaya ayarlıdır sanki.
Çok
sonra, bahşişini alan Arap’ın bir işaretiyle yola koyulan dolmuştaki yolcuları
bu kez başka bir sıkıntı basar. Ya çok hızlı gider dolmuş, ya da çok yavaş.
İkisine de itirazı vardır yolcuların. Dolmuş şoförü kimseyi memnun
edemeyeceğini bile bile bir vitesten öbürüne geçer. Bir türlü bitmeyen para
alışverişi, yolda inip binenlerin yol açtığı zaman kaybı, koltuk sayısı
yetmediği için aradaki taburelerde oturan yolcuların bitmeyen homurtusu,
virajlarda birbirine değen omuzlar, birbirlerini gizli gizli süzen kadın ve
erkek öğretmenler, bir türlü gelmeyen para üstü, içeriye dolan rüzgâr, içeriyi
basan sıcak, gelen şikayetlerin oranına göre açılıp kapanan camlar, bir zaman
sonra herkesin başını dışarı çevirip zamanı saydığı vakitler peş peşe akmaya
başlar.
On
üç yıldır hemen hemen her sabah yaşadığım bu türden sahneler zamanla belki de
bir tür keyife dönüştü benim için. Koltuklar kesin çizgilerle ayrılmamıştır
henüz. Hem fiziki hem de ruhsal temas hâlâ mümkündür dolmuşlarda. Bu yüzden
hemen hemen her sabah yepyeni bir hikâye dinlersiniz yol arkadaşlarınızdan. Bu
kimi zaman mecburcu bir öğretmen, kimi zaman şehre yakınlarını ziyarete gelmiş
bir köylü ya da elindeki ilaçlarla hastaneden dönen ve gelininden şikayet eden
yaşlı bir kadın olur. Sanki en mahrem hikayeler bir yolculuk için saklanmış ve
bir daha görüşülmeyecek bir yol arkadaşına anlatılmak için beklemiştir onca zaman.
Gündelik koşuşturmalardan hastalıklara, önemli tarihsel bilgilerden bitip
tükenmek bilmeyen anılara kadar hemen hemen her bilgi, “nerelisin?” sorusunun
akabinde peş peşe akmaya başlar yolda. Hemen yanınızdaki koltuğa oturup
hikâyesini anlatmaya başlar size yol arkadaşınız.
“Küçüktüm,”
der Hacı Amca, “bizim bir yakınımızın bir derdi vardı ama anlatmazdı kimseye.
Tehcirden sağ kurtulduğunu bilirdik ama doğrusunu ondan dinlemek isterdik hep.
Anlatmazdı. Sıkıştırırdık onu. Minderindeki yerini değiştirmeden başını
pencereye çevirir, herkes ölürken kendisinin nasıl olup da sağ kaldığını
sorardık ona. Önce yüzüme tükürün sonra anlatayım, derdi bize kadın.” Hacı Amca,
arada bir uyuklayıp hikayesine devam eder. İşaret parmağıyla ikide bir kolunuza
dokunup nasihatler verir: “Hacca git,” der, “oruç tut. Bu dünya dört günlük.” Üç günlük olması gereken dünyaya eklenen bir
günün hesabını bile soramazsınız. Yolda anlatılan her şey doğrudur çünkü. Hemen
arkanızdaki koltukta, ucunu kaçırdığınız başka bir hikayenin ancak kuyruğuna
yetişirsiniz ancak: “Yoksulluğun kokusu kırk yıl geçmez. Böyle işte adamın
hikâyesinin özeti.” Daha ötede, yeşillenmeye başlayan buğday tarlalarına bakan
bir köylü, biraz daha yağmur yağması için dua eder Allah’a. Yaşlılar sohbet
etmek için türlü bahaneler arar yolda. Biri “kaç yaşındasın amca?” diye sorar.
“Yetmiş dört yaşındayım. On üç kez ameliyat oldum,” der yaşlı bir amca. Belli
ki yol boyu anlatılacak çok hikâye vardır daha. Bütün ameliyatlar sırasıyla
anlatılacaktır uzun yolda. Yol arkadaşı olmanın kendince bir hukuku vardır
çünkü. Mecburcu bir öğretmen sıkılıp kravatını gevşetir. Arama noktasına
yaklaşınca herkes gayri ihtiyari bir biçimde kimliğini çıkarır. Arada bir
sigara yakıp külünü pencereden savuran şoför, teypteki Kürtçe kasedi çıkarıp
yenisini takar. Dolmuşun içindeki dil değişir. Arama noktasına giren dolmuşu
ter basar her seferinde. Genç bir asker yolcuların pörsümüş kimliklerini alıp
kulübede bekleyen komutanına uzatır. Çaktırmadan şafak sorulur askere. Şafak
karanlıktır daha. Kimlikler geri verilip tüm yolcular sağ salim yoluna devam
eder. Köyüne dönen bir üniversite öğrencisi, okuduğu romanı telaşla açıp az
önce kaldığı yerden devam eder kitaba:
“Eskiden
her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun
çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatler değil, günlerle tayin
edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş
etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda
geçen zaman da varılan yere dâhil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak
yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de,
eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş. Günler
orda burada geçer, dağlar birbiri ardınca devrilir, insanların üzerine onlarca
güneş doğup batar, ayaklar çoğu zaman gideceği yeri şaşırır da kimse dönüp
arkasına bakmazmış. Aslolan yol değil, yolda geçen zamanmış çünkü.”
Yolun
sağına soluna dağılmış lastik parçaları, güneşte solmuş reklam panoları, kimse
ona trafik kurallarını öğretmediği için karşıdan karşıya geçememiş bir köpeğin
leşi, otobüslerin yol kenarına döktüğü çöpler, rüzgârda savrulan boş poşetler,
oraya buraya savrulan çalılar, eski benzin istasyonları, yıkık halde bekleyen
hayvan çiftlikleri, kurşunlanmış trafik işaretleri, bozuk harflerle yazılmış
tamirci tabelaları, sulanmadığı için kuruyan fidanlar, yol kenarında boş bir
dolmuş bekleyen köylüler, gelişi güzel inşa edilen barakalarda mevsimine göre
domates veya karpuz satan çocuklar, tarlalarda çalışan köylüler, sağda solda
kaza yapmış araçlar, yola saçılan cam parçaları, öndeki dolmuşu geçmeye çalışan
şoföre çıkışan yolcularla yol her gün biraz daha uzar ama yine de vazgeçemem bu
koşturmadan.
Hemen hemen her sabah aynı cümleyle
uyarırım dolmuş şoförünü: “Köy yolunda inecek var!” Sabah karanlığında kasabaya
peynir ve yoğurt taşıdıktan sonra, geri dönüp hepsini başka başka köylere
dağıtacak öğretmenleri alacak olan köy dolmuşunu beklerim yol kenarında. Adını
bilmediğim bir kuş uzun uzun öter. Kuru otların hışırtısı duyulur peşinden. Hiç
kimse yoktur sanki dünya üzerinde. Yalnızca kuşun ötüşü ve otlar. İleride bir
hemzemin geçit vardır. Demiryolu ile karayolu birbirine kötü kötü bakar ama
yolları kesişmiştir bir kere. Az ileride askeri bir konvoy durur. Askerler
telaşla araçlardan inip yol kenarında elleri tetikte bekler hep. Sabırsız bir
mayın arama köpeği burnunu yerlerde gezdirip bir şeyler arar. Heyecanla yolun
altındaki menfeze girip çıkar. Bir şey bulamayınca geri dönüp askeri araca
tırmanır köpek. Askerler köpeğin başını okşayıp yola devam eder. Karayolundan
karpuz yükü kamyonlar geçer. Otobüsler uzaklara yolcu taşır. Dönüp bakarlar yol
kenarında elinde çantasıyla bekleyen öğretmene. Daha gözlerini bile doğru
dürüst açamayan öğretmenlerin doluştuğu köy dolmuşu her sabah olduğu gibi geç
kalır yine. Yoğurt, peynir, hasta hayvanlar veya satılmak için pazara götürülen
tavukları kasabaya bırakıp geri dönen köy dolmuşu hemzemin geçidi geçip önümde
durur. Peynir suyu sinmiş tozlu koltuklardan birine kurulup dışarı bakarım.
Dolmuş, “sıkılgan bir dağı” aşıp köy yoluna sapar.
0 yorum:
Yorum Gönder