Kimi şiirler bir
şairi yeterince anlamamıza imkân vermeyebilir. Dahası, aynı şiirler bir çeşit
ara bölgede durdukları, genel yorumlara varmamıza engel olduklarından o şair
için kapsayıcı yorumlarda bulunmamıza da mani olabilir. Açık söylemek
gerekirse, bu şiirler o şairin belki de “en iyi” şiiri olarak da
addedilmeyebilirler. Hem zaten, ne okurların, ne de eleştirmenlerin dikkatini
çekmiştir sözü edilen ürünler. Dahası, başka şiirlerine gösterilen ilgi
karşısında, şairi tarafından da ötelenmiş bir şiir olabilir bu türden şiirler.
Öteki şiirlerle kısmen bir akrabalık gösterdiği halde, biraz ayrıksı, belki de
başka bir yola çıkma niyetiyle yazılmış ama devamı getirilmemiş, üzerinde
yeterince çalışılmamış intibasını yaratan, hadi açıkça söyleyelim artık, belki
de bir parça “kusurlu”, onca iyi şiir dururken kitaba neden alındığı
kestirilemeyen şiirlerdir sözünü ettiğim bu şiirler.
Birhan Keskin’in yedi kitabında bu türden şiirler olup olmadığını
bütün şiirlerine göz gezdirdiğimizde daha iyi göreceğiz. Yalnız tam da burada,
Birhan Keskin’in incelenme ve övülmeye değer onca “bakımlı” şiiri dururken,
neden böyle bir arayışa girdiğimiz anlaşılmayabilir. Birhan Keskin’in, şiirden
muradının ne olduğunu, şair tasarımının hangi anlamla kuşatıldığını, şiirlerine
gösterilen haklı ilginin hangi sebeplere yaslandığını ben tersinden bir çabayla
anlamaya çalışmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Bir bütün olarak Birhan Keskin kitaplarına gösterilen ilgilinin,
biraz da “Delirikler”, “Ve İpek Ve Aşk Ve Alev”, “Kaktüs and Teksas”,
“Enstrümantal”, “Mektup”, “Dağ”, “She Left Home” ve “Y’ol” gibi iyi şiirlerden
kaynaklanmadığını söylemek zor. Elbette, okur katında epey bir ilgi gören bu ve
benzeri şiirlerin hakkını teslim etmemiz gerekiyor. Ama çeşitli kitaplarına
dağılmış bütün bu şiirler içinde gözden kaçırılan, üzerinde çok fazla
durulmayan, dahası belki de dönüp ikinci kez okunma gereği duyulmayan bir şiir
yok mudur mesela? Peki, bu sıradan, iddiasız, diğer şiirlerinin yanında belki
de fazla “kusurlu” duran bu şiir bizi Birhan Keskin’le ilgili önemli bir
saptamaya götürebilir mi? Bütün bu sorulara cevap vermek için, önce Birhan
Keskin’in Ba adlı kitabının en son şiiri olan ve yukarıda yaptığım saptamayla
birebir örtüştüğünü düşündüğüm “Dümen Suyu” başlıklı şiirinin birkaç bölümünü
okumamız gerekiyor:
“Bütün devrelerin birbirine girdiği bir dünya zamanıydı, viraneydi
zahir. Bizi ilmek ilmek sökmüşlerdi, hiçbir şey söktükleri yerde değildi.Burası
yeni bir yer.. her şey dingin ve her şey huzurlu olacak burada, dediydin. Öyle
oldu. Bugün, çünkü, sebzeli makarna yaptım. Her şey dingindi. Bugün o sebzeli
makarnayı yedim. Her şey sessizdi. Sardunyalara ve mor şebboylara su verdim,
çiçeklerle aramda yeni bir dil geliştirdim bugün. Ama 'şimdi' bugünün
anlatılmaz olduğunu biliyorum. Dinginlik ne yazık ki takatsiz bir şeydir.
Hafızanın duvarlarında tutunamayacak kadar mecalsiz bir şey. Bugün değil,
sonra, belki çok sonra o duvarlarda silik bir iz, kim bilir, kalır?
Her şeyin dindiği, bir iki kekeme ruh kabarcığından başka, dümdüz
kalakaldığı, kıpırtısız, çarşaf gibi bir dinginliğin içine vakumladım kendimi.
Burada, Kırklar’da…” (s. 45).
Ba’nın
en son şiiri olan “Dümen Suyu”, aslında, Birhan Keskin’in Ba’dan önceki kitabı
olan Yeryüzü Halleri’nin yine en sonunda yer alan “Beyaz Delik” şiiriyle
kimi benzerlikler gösteriyor. “Beyaz Delik” bir çocukluk anısını, daha çok bir
hikâye diliyle, düzyazı şiir diyebileceğimiz bir tarzda ele alıyordu. Bir
arkadaşlık anısı, bir başlangıç, bir son şiiriydi “Beyaz Delik”. Şiirsel
ifadelerden çok, pekâlâ gündelik dile ait olan ifadeler vardı bu şiirde. “Dümen
Suyu”nda da aynı yöntemle yola çıkıyor Keskin. Ama bir farkla; daha parçalı,
daha kopuk bir seyir var “Dümen Suyu”nda. Ama bu şiiri incelemeye değer kılan,
ne parçalı yapısı ne de bir düzyazı şiir örneği olması. Üstelik Ba’nın derdi olan
kırklı yaşlarla, sessizlikle, dünyanın hallerine başka bir noktadan bakmakla da
birebir örtüşüyor bu şiir. Bu açıdan, Ba’nın tematik
bütünlüğü içinde daha da anlam kazanıyor “Dümen Suyu”. Birhan Keskin’in en iyi
şiiri olmadığı, hatta Altın Portakal Şiir Ödülü’nü almış olan Ba adlı kitabında
“She Left Home” gibi incelenmeye değer “iyi bir şiir” dururken, bu şiir neden
bu yazıda bahse konu oluyor? Bu durumu açıklamak için “Dümen Suyu”nun birkaç
bölümünü daha okumamız gerekiyor:
“Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza; dünyada bulunmanın
bahaneleri, dünyada bulunmanın halleridir. İşte bunlar üzerine düşünüyorum, kaç
zamandır, burada, bu dingin bahçede, bu sessiz odalarda. Sana gelmek için
ağrımı uyandırmaya çalıştım ama olmuyor. Mayalanmış o, mantarlanmış, beni
bilmiyor. Çok zamandır bunlar: Sessiz ayaklarım, sessiz konuşmalarım,
sessizlikten neredeyse unuttuğum nefeslerim, iççekişlerim. Ellerim, çiçekler,
bahçe. Burada, Kırklar’da, bu sakinlikte.” (s. 46)
İlk okumada, bu şiirin düzyazı şiirin kimi örneklerini taşımasından
başka tipik bir Birhan Keskin şiiri olduğu söylenebilir. Ba’ı diğer Birhan
Keskin kitaplarından ayıran ölçüde kendi ben’i ve gövdesiyle ilgili, karşıtını
yitirmiş, karşıtına seslenme imkânını kaybetmiş bir tonda konuşuyor şiir ben’i.
Birhan Keskin şiirinde sürekli bir biçimde görülen ben ve sen, ben ve o, ben ve
doğa gibi ikilik hallerinin, yani sürekli olarak varsayılan karşıtın onun
şiirinin temel basıncı olduğu söylenmelidir. Birhan Keskin’in ilk altı
kitabında, “ben”in sürekli bir biçimde varsaydığı “karşıt” bu kitapta giderek
yok oluyor ve “ben” öteden beri unuttuğuna, ihmal ettiğine, sessizliğine, kendi
zamanı ve gövdesine dönüyor. Kendi tıkanıklığına, sessizliğine, kurumuşluğuna,
gövdenin ihanetine bakma gereği duyuyor şiir ben’i. Kitabın en son şiiri olan
“Dümen Suyu” ise, Ba’nın
bütün derdini taşıyarak sessiz bir sona hazırlanıyor. Lirik, lirik olduğu kadar
dingin, belki diğer şiirlerine oranla daha sessiz ve sakin bir şiir “Dümen
Suyu”. Ya da şimdilik biz öyle sanıyoruz. Çünkü sessiz ve sakin bir şekilde
akıp giden bu üç sayfalık şiir beklenmedik bir şekilde bitiyor:
“Unutmakla unutmamak arasına gerili o sırat köprüsünden geçiyordum.
Karşımda iki eşek: “Sen yana ben yana”. Duruyor. “İkimizin resmini çıkartmışlar
yan yana”. Hey, doktor! Ruhumdaki kadim yırtık hâlâ yerinde mi? Karanlık ve
içerlek bir cümbüş o, doktor! Dik onu doktor. Hey,” (s. 47).
Bu durum, yani lirik bir şekilde akıp giden ama birden bire bir
ünlemle, bir ironi ya da anımsamayla bölünme durumu, Birhan Keskin’in başka
şiirlerinde de karşımıza çıkar: “Yamaçtan aşağı bak, uçurumu gör! / –görsene
kekeme!– / İçindeki zayıf kan, dayanıksız dil, / olmamış hal / gümüş bir
zirvede eriyor” (Kim
Bağışlayacak Beni, s. 21). Bir örnek de, “Gül” şiirinden: “ Sevgili
gül, –gül sen bana gül! sana onca kuşatmadan / birikmiş ter içinde, yorgunluk
içinde geldim” (s. 27). İki örnek de Y’ol kitabından: “yine de içimde, çoook
eskiden kalma bir / Ya leyl… ya leyyylllllllllle / Bir çöl gecesine ismini
bırakayım” (s. 53) ya da “gözlerimde bir çita oturuyor birazdan deppppp /
parrrrrrrrrr.” (s. 41) gibi sayısız örnek sıralanabilir. “Yamaçtan aşağı bak”
denildikten sonra sarf edilen “görsene kekeme” ünlemi, “sevgili gül” diye
başlayan hitabın “gül sen bana gül” şeklinde kesintiye uğratılması, dilin
kendisinin bir temsile dönüşmesi gibi sayısız örnek sıralanabilir Birhan Keskin
şiirinde. Üstelik bazen bile isteye yapıldığı, hatta bir parça “kusurlu” olduğu
şüphe götürmez olan “beni kim yardı, bana kim yârdı” (Kim Bağışlayacak Beni,
s. 23) gibi söz oyunlarına da başvuruyor Birhan Keskin şiiri. Bütün bunlar, bir
şairle ilgili aşağıda okuyacağımız türden bir algının oluşmasına yol açıyor.
Metin Celâl, Birhan Keskin’in Y'ol adlı şiir
kitabıyla ilgili yazdığı bir yazıda, yukarıda örneklenen durumları, yani ilk
bakışta biçimsel kimi denemeler olarak görülen “çooookkkkkkk, buzzzzdaaaaaaa,
depppppparrrrrrrr” gibi kullanımları birer “kusur” olarak okuyor:
“Birhan Keskin'in önceki kitaplardaki usul söyleyişi burada da devam
ediyor ama eninde sonunda haykırma gereği duyuyor. ‘İçerde tıkanan çığlık
dışarda inliyor.’ İlk bir iki şiirde şiiri, şiirde verilmek istenen duyguyu
güçlendirdiğini düşündüğümüz bu haykırışlar (‘çoooooookkkkkkkkkkkkk’,
‘buzzzzdaaaaaaa’ vb.) sayfalar ilerledikçe sık sık tekrarlanmaya başlayınca
kulak tırmalayıcı, rahatsız edici hale geliyor, okuru şiirden, dolayısıyla
aktarılmak istenen duygudan kopartıyor. Buna bir de sözcük yinelemeleri ve fiil
çekimleri eklenince okurun işi iyice zorlaşıyor. Çünkü Birhan Keskin ‘lirik’
bir şairdir. O şiiri söyler. Siz de şiirini okurken sanki ondan dinliyormuş
hissine kapılırsınız. Ve başkalarına da okuyup bu duyguları
paylaşabileceğinizi, çoğaltabileceğinizi düşünürsünüz […] Sanki kendi kendine
mırıldanıyormuş gibi ama alttan alta müziği bulunan bir söyleyiş. İnsanın kendi
kendiyle konuşsa tutturacağı türden”
Metin Celâl’in “kulak tırmalayıcı” olarak adlandırdığı ifadeler
Birhan Keskin’in sadece Y'ol
kitabına özgü değil. Aynı kullanımlar şairin hem toplu şiirlerinde, hem de Ba adlı kitabında
mevcut. Birhan Keskin, kimi zaman çığlıklarla, biçimsel denemelerle ya da
ironinin yardımıyla yoğun bir duygu aktarımının yapıldığı anları birden bire
kesintiye uğratıyor. Keskin’in yazdığı şiirin sesli bir şiir olduğunda, onun
“şiir söylediğinde” hemfikirsek eğer, bütün bu kullanımların, “Dümen Suyu”nun
sonunda okuduğumuz ironik ifadelerin bir çeşit “bölünme” yarattığında da
hemfikiriz demektir. Ama şu da var: Bana kalırsa şairin bu “kusur”,
“bölünmüşlük” veya Metin Celâl’in deyişiyle “kulak tırmalayıcı” öğelerin
farkında olmaması mümkün değil. Öyleyse, asıl önemli olan şairin bu “kusur”
veya “bölünmüşlükten” ne murat ettiği, neden ve hangi gerekçelerle bu tür
tercihte bulunduğu sorusuna bir cevap vermemiz gerektiği.
Metin Celâl’in, Birhan Keskin şiirine ilişkin yaptığı saptamayı
tekrar hatırlayalım: O [Birhan Keskin] şiiri söyler. Siz de şiirini okurken
sanki ondan dinliyormuş hissine kapılırsınız” diyor. Şikâyet edilen konu, bu
“okuma” işleminin sık sık kesintiye uğratılması, bölünmesi, başından beri sesi
işitilen liriğin sürmesi. Öyle ya, yoğun bir duygu aktarımı yapılmakta ve şiir
kusursuz denebilecek bir ahenkle akmaktayken, araya giren ve şiirdeki bu ritmi
veya duygu aktarımını kesintiye uğratan bu türden dize veya kullanımlar
gerçekte bir kusur olarak nitelendirilemez mi? Fiil çekimleri, birer çığlığı
andırdığını düşündüğümüz “buzzzdaaaaaaaa” gibi kullanımlar, yoğun duygulanım
anlarında araya giren ironik ifadelerin taşıdığı amaç ne olabilir? Hem de
bunların birer “kusur” olduğu bilinmesine rağmen!
“Dümen Suyu”na geri dönelim. Bu şiir, tam da üç sayfa boyunca
“Kırkların dinginliğini” anlatmaktayken neden birden bire yön değiştirip hiç
beklemediğimiz bir yöne sapar? Bu sorunun bir parçasına Adorno’nun “Lirik Şiir
ve Toplum” adlı yazısındaki bir bölüm yanıt veriyor: “[…] Lirik yapıtlar,
öznenin hiçbir konu izi bırakmamacasına kendini dilde seslendirdiği, o kadar ki
artık dilin kendisinin de bir ses kazandığı şiirlerdir. Dilin kendi sesi
işitilir bu şiirlerde” (s. 123) diyor Adorno. Öznenin kendi tıkanıklığını fark
ettiği, kendi tahkiyesinin ayırdına vardığı, kendini dile, dilin temsiline
bıraktığı yer diyeceğim bu duruma. Yadırgadığımız nokta, aslında liriğin
kesintiye uğradığı, belki de lirik olmak istemediği nokta. Şimdilik, sakınımlı
olmakla birlikte Birhan Keskin şiirinde sıklıkla karşımıza çıkan ironinin de
böyle bir amaç taşıyabileceği düşüncesindeyim.
Peki, Birhan Keskin şiirindeki ironi nasıl bir işlev taşımaktadır?
“Dümen Suyu” şiirinin sonunda da gördüğümüz gibi, sessizliğe yaslanmış bir
şekilde akıp giden şiir neden birdenbire başka bir yöne sapma ihtiyacı duyar?
Bu soruya doğru bir cevap verebilmek için başka bir yazıya değinmemiz
gerekiyor.
Birhan Keskin’le ilgili kısa ama önemli bir yazı kaleme alan Orhan
Koçak, “sublime/yüce” kavramı etrafında dolanarak, modern şairin ve dolayısıyla
Birhan Keskin’in “yüce” kavramı karşısındaki konumlarına dikkat çekiyor. Koçak,
“yüce” duygusu ile bayağınınki arasındaki çok ince, çok geçirgen bir zar
olduğunu belirterek, “yüce”nin verdiği ürpertinin bir benzerini sahiden kof,
sahiden sahte, sahiden bayağı olan karşısında da hissettiğimizi belirtiyor.
Yüce’nin ilk sezinleniş alanının “aşk” olduğunu belirten Orhan Koçak, bu
yazısında konumuzla ilgili çok önemli bir noktaya değinerek, “yüce” ye gönül
düşürmek, olmazsa etrafında dolaşılabilecek ya da ancak sonrası yaşanabilecek
bir duygu olarak yüceye yönelmeyi “zevk düşkünlüğü” olarak adlandırıyor. Lirik
şiirin sürekli bir biçimde saplanıp kaldığı “yüce “kavramının verdiği “zevk
düşkünlüğüne” karşı, Birhan Keskin’in bazı savunma önlemleri aldığını, bunu da
duygulanımın maddesizleştirilmesi, isteği iştah ve kızışmadan arındırma
çabasıyla yaptığını belirten Orhan Koçak, devamında da bu durumu bir “arıtma
çabası” olarak yorumluyor.
Orhan Koçak, Birhan Keskin şiirinde, “yüce” duygusu karşısında,
“duygulanımın maddesizleştirilmesi” önlemine işaret ediyor. Peki, Birhan Keskin
bu durumu nasıl ve ne ölçüde başarıyor? Bizim, başından beri “kusur” olarak
okuduğumuz kimi tercihlerin bu “maddesizleştirmede” pay sahibi olduğunu
söyleyebilir miyiz? Sanırım, Adorno’nun lirik şiire ışık tutan “Lirik Şiir ve
Toplum” adlı yazısı bize faydalı olacaktır: “İnsani olanı andıran her şeyin
izinin silinmiş olduğu dingin bir doğa karşısında, özne de kendi önemsizliğinin
farkına varır. Sessizce, belirsizce, şiirin avunusuna bir ironi tonu
karışmaktadır” (s. 120) diyor Adorno. “Öznenin kendi önemsizliğinin farkında
olması”. Adorno’nun bu belirlemesini akılda tutalım. Pelin Özer’le yaptığı bir
söyleşide bakın ne diyor Birhan Keskin:
“Ciltler dolusu kitap yayımlasam ne olur, yılın her günü benden söz
edilse ne fark eder? Ben Shakespeare bile olsam, bana fayda etmez. Günün
birinde bir anı, sonra sonra anı bile olmayacağımın bilinci beni bir şekilde
hırsların uzağında tutmuştur”.
Birhan Keskin’in “bu tür hırslar” dediği şey ise kendisine biçilen
“önem”le ilgili. Bu cümleye eşlik eden feragat dili, aslında bir bütün olarak
lirik şiirin yazgısına eşlik eden “yüce” duygusu hasar görmüş öznenin kendi
tıkanıklığını gördüğü anda başlıyor. Kendi tıkanıklığı ve gerginliğinin
farkında olan öznenin ya da şiir ben’inin ironiye kapı araladığı nokta belki
tam da burasıdır.
Öyleyse, Birhan Keskin şiirinde “kusur” olarak okuduğumuz kimi
kullanımlara, bir türlü anlam veremediğimiz ironik ifadelere, bölünmüş
duygulanımlara, birer oyun, hatta kaçışı andıran kimi tercihlere dolaylı da
olsa bir cevap verebildik şimdiye kadar. Ama şu soru hâlâ cevapsız olarak
ortada durmaktadır: Bu şiirde, şiirsel dil neden iletişimsel dile kaçmaktadır?
Bir bütün olarak Birhan Keskin şiirinde sıklıkla karşımıza çıkan bu “kaçış”a
neden ihtiyaç duyulmaktadır? “Şiirsel dille iletişimsel dil arasındaki ilişki
şiddetlendikçe, lirik şiir de kişinin sadece kaybetmek için oynadığı bir oyuna
dönüşmüştür” (s. 124) diyor Adorno. Lirik olarak başlayan “Dümen Suyu”nun veya
birçok başka Birhan Keskin şiirinin sonuna kadar aynı formda gitmemesinin, kimi
zaman benlik oyunları, kimi zaman ironiyle bölünmesinin bir nedeni de bu olamaz
mı acaba?
Bunun kanıtı olabilecek iyi bir örneğe sahibiz. Bu örnek, Birhan
Keskin’in son şiir kitabı Y'ol ’un uzun şiiri
“Taş Parçaları”ndaki bir ifadede saklı. Birhan Keskin’le ilgili daha önce
yazdığım bir yazıda, onun şiirinin “iyi” şiir olma gayretinden özenle
kaçtığını, şiirini her türlü şiirsel yükten arındırmaya çalıştığını
vurgulamıştım. Keskin’in yeni kitabı Y’ol’da, yine söz sanatlarından, şiirin
verili imkânlarından özenle kaçtığı, hatta belki de şiir dışı bir alan aradığı
mutlak görülecektir. Kitapta sıklıkla tekrar edilen “filan” ifadesi bu kaçışın
güzel bir örneği kanımca. Tam bir söz sanatına başvurup acı ve ayrılığı bir
şeye benzetecekken, “filan” ifadesini kullanarak şiirsel yükten uzaklaşıyor
Birhan Keskin. Hem de bu uzun şiirin birkaç bölümünde yapıyor bunu. Bu durumu
daha iyi anlayabilmek için, “Taş Parçaları” adlı uzun şiirinden bir bölüme
bakmamız gerekiyor:
“Bir düşümüz vardı, “birlikte yaşlanmak” koymuştuk adını,
çok acıyor, belki bundan. Aşkî bir cümle mi bekliyorsun benden.
Beklemeeeeeeeeee.
Mutfakta reçel yapan iki kadın. Kırmızı biberleri filan.
Rüzgâr alan biraz tepe bir yer. Bakınca, iki yandan
uffffffffffffuk filan.
Dünya yuvarlak değil de hafif elipsmiş gibi”. (s. 21)
Bir görünüp bir kaybolan ironik ifadeler, şiirsel dille iletişimsel
dil arasındaki şiddetli ilişkinin tezahürü olan kimi ara bölümler, yukarıdaki
örnekte okuduğumuz “filan” ifadesiyle arınılmaya çalışılan şiirsel yük, “Dümen
Suyu”nun son bölümünde gördüğümüz ve “kusur” olarak görülebilecek kimi
girişimler, dilin kendi sesinin işitildiği kimi kullanımlar, Orhan Koçak’ın
deyişiyle “birer savunma önlemi” işlevine sahipler. Bu türden denemeler, şairin
kendisine karşı, şiirine ama en çok da lirik şiire karşı aldığı bir önlem, bir
tür tehlikeyi bertaraf etme gayretinin başarılı birer örneğiler bana kalırsa.
Bu şiirlerin zaman zaman bir oyunu, hatta bir tür kaçışı anımsatmasının bir
nedeni de bu olabilir görüşündeyim.
Ama hepsinden öte, en dipte yatan başka bir sıkıntı var bana
kalırsa. Bir türlü “anti-lirik” olamadığını, olamayacağını bildiği için ama saf
ve katışıksız bir lirik şiir olarak kalamayacağını da bildiğinden, ne tam
olarak saf bir lirik olarak kalabiliyor Birhan Keskin şiiri, ne de çok istediği
halde “anti-lirik”ler kadar cesur olabiliyor. Belki de bu durum, kendi
tıkanıklığının, imkânsızlık ve tahkiyesinin farkında olan şairin yazgısıdır.
Şiirsel yükten uzaklaşmak isteyen şairin arzusu da denilebilir buna. Belki de,
başından beri “kusur” sandığımız örnekler de bu yüzden, ironi ve oyun da..
Kaynakça
Adorno, Theodor W. Edebiyat Yazıları.
Çev: Sabir Yücesoy-Orhan Koçak. İstanbul: Metis Yayınları, 2004.
Celâl, Metin. "Y'ol'da Ol'mak". www.metiskitap.com 06.02.2007
Keskin, Birhan. Ba.
İstanbul: Metis Yayınları, 2005.
Kim
Bağışlayacak Beni. Bütün Şiirleri. İstanbul: Metis Yayınları,
2005.
“Yeryüzü
Karşısında Konuşmak Ne Zor”. Söyleşiyi Yapan: Pelin Özer. 06.02.2007.
Y’ol.
İstanbul: Metis Yayınları, 2006
Koçak, Orhan. “Yüce’den Utanmamak”. www.metiskitap.com 06.02.2007
0 yorum:
Yorum Gönder