Her şairin bir kilit dizesi
vardır. İster ilk yapıtında yazılmış olsun bu dizeler, ister sonuncusunda,
isterse de hiç yazılmadığı halde okurunu bu dizelerin işaret ettiği anlama
ulaştırmış olsun. Ama bu şairin bütün yapıtlarını anlamamıza imkân tanıyan,
şiirlerinin kilidini zorlamamıza fırsat veren bu dizeler, bazen fazla göze
çarpmamış bir şiirin ortasında duruverir çoğunlukla. Mahmut Temizyürek’in de
öyle. Kanımca, onun şiirlerini çözümlemeye çabalamış her eleştirmen bu dizelerin
ışıltısını er ya da geç fark etmiş olmalıdır.
Noktalarda duracak kadar dengeliyim
Dar dünyada diken üstü duruşlar
Bu dizelerle başlayan “Noktalar”ın
devamında daha çarpıcı dizeler de mevcut. Ancak başlı başına bu iki dizenin
Mahmut Temizyürek şiirinde biçimden biçime giren, “gizlenme telaşıyla” yaşayan,
bir ışıyıp bir kaybolan öznenin tam da kapandığı yerden onu açacak anahtarlardan
biri olduğunu düşünüyorum. Ama bütün bunlardan önce Temizyürek şiirinde nasıl
bir özne tasarımı olduğunu, bu tasarımın zaman içinde hangi dönüşümlere
uğradığını göstermek gerekiyor.
Mahmut Temizyürek’in ilk şiir
kitabı İz ve Rüya’yı okumuş olanlar, bu
kitaptaki “ben” tasarımının sakınımlı yönlerine muhakkak dikkat etmiş olmalıdır.
Bu kitaptaki hemen hemen her şiir birinci tekil anlatımıyla açılırken, bir süre
sonra şiirin öznesi kendisini çoğul bir anlatıma teslim eder. Bu şiirlerdeki özne,
sanki kendisine dair önemli bir sırrı anlatmak, içerde tutulan bir sıkıntıyı
dökmek, irini patlatmak için konuşmaya başlamış ama çok geçmeden bundan vazgeçmiş
gibidir. Dahası, çok fazla konuştuğunu, kendisini ziyadesiyle açık ettiğini
düşünürcesine şiirin öznesini çoğu zaman belirgin bir biçimde değiştirme gereği
duyar şair. Bunu kanıtlamak için birkaç örnek vermem gerekiyor sanırım. “Yüreğimin
Yüksek Basıncı” şiirinde, “Ey benim rüzgârım/Yüreğimin yüksek basıncı/Bu
kaçıncı emir ‘konduğunuz yeri terk ediniz” dedikten hemen sonra aynı bölüm
şöyle devam eder: “Yine yollar/yıllar yılı fidan gövdemize kezzap içtiğimiz.” Örnekler
sadece bu dizelerle sınırlı değil. Aynı kitapta yer alan “Az Sonra” şiiri de
benzer bir yapıda ilerler. Bu şiir ikinci çoğulla başlayıp birinci tekille
devam eder, ancak en sonunda yine ben’den vazgeçip çoğula dönme ihtiyacı duyar:
“O gece çamların uğultusuna karıştık/ Ağaçlar baykuşlar, sırrımızı taşıyorlardı
/ nasıl kaçtık” dedikten sonra ikinci bölümün sonlarına doğru başka bir ses
belirir şiirde: “Dünya, az sonra ya kanatlı rüzgarını / ya adsız mezarını
sunacak olan / yeter mi bana.” Bu dizelerin devamında yine birinci tekille birinci
çoğulun çatışması yaşandıktan sonra, şiir şu dizelerle sona erer: “Sorduk ve
kaçtık.”
Bu örneklerden bir genellemeye varmaya
kimi itirazlar olabilir. Hatta, yukarıdaki saptamayı haksız çıkaracak başka şiirler
de var bu kitapta. Örneğin, “Karayım” şiiri başından sona değin, şiirsel
öznenin cesur bir biçimde söz aldığı, kendini açık etmek istediği bir şiir
olarak değerlendirilebilir. Ama yine de, bu şiirde bile bir tür sakınımlılık, Temizyürek’in
ifadesiyle yenilersem bir tür “gizlenme telaşı”, “kendisini kuytulara çekme”
isteği hissedilir. Dizeler “İnsan En İyi” şiirinden:
“İnsan en iyi
birini dinlerken öğreniyor kendini
yüzün çırpınışını, elin kederini
bakıştaki anlıyor musun’u
sürmedeki gizlenme telaşını
öğreniyor, yapıyor, ne iyi ki
kimsenin kimseye sözü kalmıyor”
Bu şiirin sonunda yer alan aşağıdaki
iki dize aslında bu yazının konusu olan gizlenme telaşını daha açık bir şekilde
ortaya koyuyor kanımca: “Nesli, en sıkı yalnızlık şiirde / Başka türde yazınca
çoğalıyor insan.” Şiire böyle bir anlam atfeden öznenin daha dışa dönük,
kendisini fazlasıyla açık eden, “kuytudan çıkmasını”, bütün sırrını ifşa eden
bir çehreye bürünmesini herhalde beklemeyiz. Ama bana kalırsa, Mahmut
Temizyürek’in şiiri, gücünü tam da bu gerilime borçludur. Üstelik bu gerilim
ilk kitapla da sınırlı kalmaz. Temizyürek’in ikinci kitabı Kırlangıcım Paronaya’da yer alan “Kalbim, Göl Yüzü” adlı uzun
şiirinde bütün bir şiir ve düşünce tarihi anılır. Eflatun, İbn Sina, Bakî,
Fuzûli, Hallac-ı Mansur, Mevlana, Valery, Hoca Nasireddin uzun uzun
anlatıldıktan sonra, ancak şiirin en son dizelerinde sözü kendine getirir özne.
Aşağıda alıntılayacağım dört dize sıraladıktan sonra yeniden kapanma ihtiyacı
duyulur. “Bunları yazıyorum, göl yüzü / kalbim, rüzgarını bekliyor, / bir heves
bir acı / kaynıyor içten içe.”
Bu gerilim, veyahut “gizlenme
telaşı” hemen hemen her Mahmut Temizyürek şiirinde karşımıza çıkar. Yazının
girişinde alıntıladığım dizeleri yeniden hatırlatmakta fayda var belki de: “Noktalarda
duracak kadar dengeliyim / Dar dünyada diken üstü duruşlar.” Ama tam da bu
denge arayışından doğan, varlığını buna arayışın doğurduğu gerilime borçlu bir
şiirle karşılaşıyoruz çoğunlukla. Orhan Koçak, üzerinde uzun uzun yazdığı için onun
“Övmeye Övgü” gibi nispeten daha “cesur” şiirlerine değinmiyorum. Ancak, bu
şiirlerdeki öznenin telaşının asıl köklerine inmeden önce, bu telaşın başka
hangi biçimlerde tezahür ettiğini biraz daha açmam gerekiyor.
Bu yazının girişinde Mahmut
Temizyürek’in çoğu şiirinin birinci tekille açılıp çoğula uzandığını veyahut
tam tersi bir seyir izlediği ileri sürüldü. Şiirsel öznenin zaman zaman bir
belirip bir kaybolduğu başka şiirleri olduğunu da ileri sürüldü kimi şiirlerde.
Ama bu “gizlenme telaşının” başka bir boyutu daha var bana kalırsa. Birinci
tekil, kendisini anlatmaktan, kendisi adına söz almaktan vazgeçtiği anda, dil
de değişime uğrayıp birinci çoğula evriliyor çoğu yerde. Ama bu evrilme işlemi
sonucunda öznenin gizlediği, hevesle dışarı çıkmak, yeniden aynı gerilimle
yaşamak istediği bir yer olmalı. Dikkatli Mahmut Temizyürek okurları, şu ayrıntıyı
muhakkak görmüşlerdir. Onun şiirindeki özne, kendisi adına söz aldıktan hemen
sonra kaybına, gizlenmeye imkân tanıyacak iki mekân kurar genellikle: Doğa ve
tarih. Örneğin, “Uçlarda, Ilımlı” adlı şiirinin son dizesi şöyle biter: “Nere
gitsem, hangi pınara?” Ya doğaya karışarak izini kaybettirmek ister şiirsel
özne, ya da okurunu tarihe (belki oradan mitolojiye, hatta zaman zaman
psikanalize) çağırarak bizim o öznenin ayak izlerini okumamızı ister. Birkaç
örnek sıralayacağım:
“Gülümserken unuttuğum dudaklarım
Ve yurdumu dolaşan kanım kaldı sizlere
Kanım her yere boşalıyor
Aşçının kepçesine, marangozun rendesine
silahın namlusuna, kalemin mürekkebine
yargıcın cübbesine, âşıkların neşesine
Çocukların oyununa karışıyor
Dağılıyor, çoğalıyor, yalıyor sokakları”
Özne, tam kendisiyle ilgili söz
açmışken (kanım her yere boşalıyor) vazgeçip kanın sıçramasını, oradan
çoğalmasını, dağılmasını anlatmaya koyuluyor. Bahsettiğim gerilim işte tam da
bu noktada başlıyor. Kanın aktığı yere değil, dağıldığı yere bakmayı tercih
ediyor özne. Tam da kendisinden söz açmışken dışarıya, doğaya (ve tarihe)
açılan göz bir sonra yeniden kendine geri dönme, kanın kaynağına bakma ihtiyacı
duyar. Ancak, bu sefer yeniden kendini anlatmak yerine, şu dizeleri kurar: “Böyle
bir dünya dermiştim kendime / Hakikat gizlenmişti buralara bir yere.”
Mahmut Temizyürek’in “Cam Fanus”
şiiri, öznenin sıklıkla kaçtığı, gizlediği, belki de kimi kodlara sahip olduğu için
çözülmesi, bulunması kolay olan mitolojiye sığınır. Sözünü ettiğim şiir şöyle
başlar: “Ne gidecek yerim var / Ne gelecek kimse bana.” Bu iki dizeyi Mahmut
Temizyürek şirininde bağımsız olarak okuyan herhangi bir okur, bu dizelerin
devamında büyük bir acının, kapatılamaz bir yaranın, büyük bir kırılganlığın
dile gelmesini bekler. Üstelik, özne çok da dolaysız bir şekilde dile getirir
sıkıntısını: “Ne gidecek yerim var / Ne gelecek kimse bana.” Ancak, şiirin devamını
okuyanlar, bu şiirdeki öznenin iki kaçış noktasından birine çoktan vardığını
göreceklerdir:
“Tarih, git diyor, sonuma git
Git de bul seni sen yapan kaderi
Bulmak, cama yansıtmakmış gölgeni
Çocukken öğrendiydim, hayat bir yılandır
Şimdi sergiliyorlar bir yılan gibi camekânda beni
Atamdı Gılgameş,
Onun heves diye bıraktığı ölümsüzlüğü ararken buldum yılanı.”
Tam kendi adına konuşmaya
başlamışken kendisini yeniden gizleme, dışarıya doğru açılırken aslında kapatma
eyleminin en iyi örneği şairin Yeryüzünü
Gezen Atlı kitabında görürüz. Bu kitaptaki kimi şiirlerde özneye çoğunlukla
Halk şiirine, modern dünya ve Türk şiirine, siyasal atmosfere atıflarla ilerken
rastlarız. Hatta, bu kitapta öncekilerin aksine öznenin neredeyse kendi adına
konuşmaktan vazgeçtiği, bütünüyle kendisini silikleştirip dışarıya çıkmak
istediği görülür. Orhan Koçak’ın “Mahmut Temizyürek’in İki Dönemi” adlı
yazısında başka bir şiiri için kullandığı şekliyle söylersem; bu kitaptaki
şiirlerin büyük bir kısmı “kendi ben’ini geriye çekmiştir.” Yeryüzünü Gezen Atlı kitabının ilk şiiri
olan “Kıy”ın şu dizelerle başlaması bence manidardır: “Çözüyorum bedenimden
hayatı / kurtuluyor hapsettiğim o katil / silkinip çıkıyor kuyulardan.” Dizelerdeki
kilit kelimeler “çözmek”, “kurtulmak” ve “kuyu”dur hiç şüphesiz. Ancak şiirin
son dizesi daha da manidardır: “Buyur bana, kıy!”
Bu şiirin hemen peşinden Mahmut
Temizyürek külliyatında hatırı sayılır yeri olan “Hür Kuşlar Tufanı” gibi, “Salman
Raduev” gibi, “Atları Seversin Demek” gibi önemli şiirlere rastlarız ve bu
şiirlerin hepsinde özne, ilk dizede niyet edildiği gibi kendisine kıymış, bir
belirip bir kaybolmaktan vazgeçmiş, bütünüyle çoğul bir sese, dışa yönelmiştir.
Ancak, bu kitabın birkaç yerinde şiirsel özne kendisini hatırlatmaktan geri
kalamaz yine de. Şu dizeler, belki de bu yazıda uzun uzadıya anlatılan gerilimi
özetler niteliktedir: “Adını söyle diyorlar bana / Neden Salman Raduyev’in de /
Mahmut Temizyürek değilsin, söyle.” Bu dizeleri asıl bağlamından koparıp bir an
için belki de uzak bir bağlama yerleştirdiğimizde, bu yazıda sözü edilen
gerilime iyi bir kanıt olarak gösterilemez mi? Nitekim, kitap boyunca başka
halklar adına söz alan, yeryüzünün tüm acılarına odaklanan özne, yeniden kendi içine
bakma, oraya geri dönme isteğiyle karşımıza çıkar. Bu dizeler kitabın sondan
ikinci şiiri olan “Ömrüm Bir Ânı”dan. Yeryüzünü dolaştıktan sonra kalanların
bir dökümünü yapar adeta özne ve yeniden kanın sıçradığı yere değil, kaynağına
döner:
“Ne kaldı yüzyıllarımdan
Birkaç hayat dersi
Bozukdüzen bir ses
Acı veren gururdan başka”
Orhan Koçak, Kopuk Zincir adlı kitabında yer alan yazıda, Mahmut Temizyürek’in 2004
yılında yayımlanan Yeryüzünü Gezen Atlı
adlı kitabı ile 2011 yılında yayımlanan Yalangezen
kitabının adlarını manidar bulur: “Başlığın öncekiyle ilişkisi katıksız olamaz:
önce “yeryüzünü gezen atlı” vardı, şimdi bir çıkarma/boşaltma işleminin sonucu
gibi duran bu “yalangezen”. Önceki kitabının başına bir eksi işareti
yerleştiriyor şair, en azından belirgin bir soru işareti.” Koçak’ın bu işaretten yola çıkarak kurduğu
denkleme katılmamak elde değil. Ama tam da bu yazı boyunca sözü edilen gerilim
hatırlandığında son kitabı Yalangezen’in
adı daha da ilginç bir hal alıyor kanımca. Kendi şiirsel takiyesini fark etmiş,
bir önceki yazdıklarını bile karşısına almaya cesaret etmiş olan öznenin, bu
kez daha gerilimsiz, daha doğrudan, demek daha az karmaşık bir şekilde sahneye
çıktığı bir kitap denebilir Yalangezen
için. Yakından bakıldığında, bu kitabın, Mahmut Temizyürek külliyatı içinde,
şiirsel öznenin en rahat şekilde ortaya çıktığı, kendisini en dolaysız yoldan
ifade ettiği bir kitap olduğu görülecektir. Şiirsel özne, önceki gerilimden
uzak, “İstanbul’a Giden Adam” gibi, “Anam-Babam” gibi içinde zaman zaman ironi
bile taşıyan bir şiir bağlamının içindedir artık. Kendi gerilimini görmüş, kendi
şiirsel takiyesini fark etmiş, yalan gezdiğini itiraf etmekten çekinmeyen
yepyeni bir özneyle karşı karşıyayızdır bu kitapla birlikte. Artık gizlenme telaşına
gerek kalmamıştır. Diken üstünde durmaktan da vazgeçmiştir. Doğaya ve tarihe
kaçışa da… Ancak Yalangezen’de yer
alan “Deleuze’ün Pencerede Kendini Kandırışı” adlı şiirinde giderayak yeni bir
bağlam açmaktan geri kalmaz özne:
“çevirdim kendimi başkasına
ömür kıldım ötekinde yaşamayı
‘ben başkasıdır’ dediğini onun
duyduğum günden bu yana
başkası karmaşıyor uykumu.”
0 yorum:
Yorum Gönder