Necati
Tosuner’in ilk romanı Sancı… Sancı’nın
arka kapağında yer alan yazı dikkat çekicidir: “Necati Tosuner Avrupa’da
yaşıyor olsaydı, Sartre ve arkadaşları tarafından varoluşçu edebiyatın en
önemli temsilcilerinden biri sayılacaktı belki de.” Bu sözlerde bir tür merkezin dışında kalma, oraya
uzaktan seslendiğine dair bir tür hayıflanma da gizlidir ama doğruluk payı
şuradadır: Bu yıl yazarlığının 50. yılını kutlayacak olan Necati Tosuner, Türk
edebiyatında birçok yazarı çeşitli dönemler etkisi altına alan Varoluşçuluğun
en önemli temsilcisidir. Örneğin Demir Özlü veya Leyla Erbil’in kimi
yapıtlarında bu etki açık bir biçimde görülür. Ama daha sonra bu yazarlar bu
etkiden giderek uzaklaşıp yepyeni bir bağlam yaratırlar. Ancak Tosuner, başından
beri bu dairenin içinde kalarak yazar eserlerini. Dahası, bu daireyi
genişletme, Varoluşçuluğun kimi eğilimlerini en uç noktaya götürme isteği de
görülür eserlerinde.
Tosuner,
daha sonraları yazdığı Yalnızlıktan
Devren Kiralık, Bana Sen Söyle ve
Kasırganın Gözü adlı romanlarında dairenin
dışına çıkmadan ama orada da sıkışıp kalmadan yazdığı eserlerinde kimi
izlekleri zaman içinde daha da koyultarak bu genişletme çabasını ileriye
taşıdı. Varoluşçuluğun etkisinde kaleme alınan kimi eserlerindeki bu koyultma
çabası özellikle Kasırganın Gözü adlı
bir önceki romanında kendini belli ediyor denebilir. Bu kısacık, ama okundukça
açılan, farklı yönlere uzanan romanda, “kendini oynayan bir adamın” sesine
kulak verir okur. Romanın kahramanı kitabın bir yerinde şöyle der: “Yaşadığım sevinçler tükenmişti. Gençken katlandığım
sıkıntılar artık hiç katlanılmaz olmuştu. Yorgunluk, bezginlik ümidin yerini
almıştı. Dert, gelip karşımda dimdik durmuştu. Başka bir dert ondan ayrışmış,
daha büyük bir dert olmuştu. Yeni dertlerin yüreklenmesine örnek olmuştu. Yapay
bir dinginliğe bırakmaya çalışmıştım kendimi, içimde sanki çıban çıkmıştı. Unutmaya
çalışınca çıban dikenleniyordu. Kendisini unutturmuyordu. “
Unutulmak
için geriye itilmiş hatıralar, sevgiler, söylenmemiş sözler… Kasırganın Gözü, bu türden öğelerle
beslenmiş bir temel üzerinde yükseliyordu. Bu kitabın bir tür devamı olduğu intibaı
yaratan yazarın yeni kitabı Susmak Nasıl
da Yoruyor İnsanı da bu hattı takip ediyor. Ama hem yazarın önceki
yapıtlarından, hem de devamı niteliğindeki Kasırganın
Gözü’nden çok farklı bağlamlara da sahip Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı. İlk olarak belirli bir hikâyeye
sahip olmamasıyla öne çıkıyor kitap. İlk anda parçalı, çeşitli, birbirinden
uzak noktalara uzanan bir metin okuduğumuzu düşünüyoruz. Zaman zaman bu parçalı
metinlerin arasına giren konuşmalar da henüz bir bağlama sahip değildir. Anlatıcı,
kendi kendine konuşur gibidir. Zaman zaman bu yapı değişir. Sanki anlatıcı biriyle
konuşmaktadır ama ne anlatıcı ete kemiğe bürünmüştür ne de karşısındaki (okur).
Hayatla ilgili, geçmiş ve gelecekle ilgili, hatta ülkeyle ilgili sayısız etkili
cümleler akarken, giderek bu metinlere başka bir ses dahil olur. Kimi gündelik
sözler metne bir girip bir çıkarken, tanıdık bir ses girer devreye. Bu ses,
Necati Tosuner’in hemen hemen tüm yapıtlarında sesini duyduğumuz, öfkesine,
kırgınlığına, özlem ve sancılarına şahit olduğumuz sestir. Nitekim, eleştirmen
Ömer Türkeş, bu ses için Tosuner’in yazarlık anlayışının hülasası saptamasında
bulunur. Yazarın hemen hemen tüm yapıtlarına sirayet eden tüm tercihler birer
birer bu romanda yerini bulur. Öte yandan, Susmak
Nasıl da Yoruyor İnsanı, aynı zamanda bir tür hesaplaşma da içeriyor. Yazarın hem kendisiyle, hem de toplumla
yaptığı bu hesaplaşma çabası romana yeni bir genişlik katıyor.
Necati
Tosuner’in yapıtlarına yakından bakıldığında kimi izleklerin çok baskın bir
şekilde öne çıktığı görülür denildi yukarıda. Bu kitabındaki temel bir farka da
değinmek gerekiyor öyleyse. Günümüz Türkiye’sine dolaylı ya da doğrudan bir
şekilde eleştirilerde bulunuyor yazar. “Ölsen iyi. Mayın patlağı kollar.. yüzler..
ayaklar.. bacaklar.. Dere kıyıları. Yüceltilmiş tabutlar. Hala kuş uçmuyor yakılmış
köylerin oradan. Sürgünler. Çaresizlik. Ağıtlar. Yürek yangınları. Yanmış
lastik kokusunu güzel bulan bir çocukluk. Dağların dili olsa da bir sorsa… Bu
kimin işine yaradı, bu?..” Sadece bunlarla sınırlı değil. Kitabın hemen hemen
tamamında kişisel kırgınlıklar kadar, toplumsal meseleler dipten dibe
ilerliyor. Tosuner’in başarısı, bütün bu eleştirileri bile çok etkileyici bir
dil tasarımı ve yüzeyde ısrarla tutmak yerine, satır aralarına gizlemesinde
yatıyor kanımca. Örneğin, ülkeye dair umudun tükenişi bile şu etkileyici cümlelerle
anlatılıyor kitapta: “Bir genç tanırdım bir zamanlar: Boşa çiğnenmiş karanfil
kokardı ağzı. […] Boşa çiğnenmiş karanfil kokuyor şimdi Türkiye.”
Bütün
bu bireysel ve ulusal kırgınlıkları her zaman olduğu gibi kısa ama yoğun bir
dil süzgecinin içinden geçiriyor Necati Tosuner. Öykülerinde görmeye alışık
olduğumuz tasarruf yeni romanında daha da belirgin bir biçimde öne çıkıyor.
Dahası, bu tasarrufa bir tür boşluk da ekleniyor. Sanki kitap boyunca iki kişi
karşılıklı söyleşmiş ama sonradan ikisinden birinin sesi kısılmış gibidir. Arada
sırada, bu konuşmaya dâhil olan gündelik konuşmalar olmasa bu kitabın baştan
sona bir tür monolog olduğunu dahi düşünülecektir nerdeyse. Ama kitap
ilerledikçe Necati Tosuner’in, okurunu zevkle kitaba dâhil ettiğini
görüyorsunuz. Kitaba doğru çekilen okur, tıpkı kitabın anlatıcısı gibi, bütün
bu acılarla, kırılmış ümitlerle, Türkiye’yle, bu suskunluk nöbetleriyle baş
etmek zorundadır. Yazarın Susmak Nasıl da
Yoruyor İnsanı romanında bile isteye bıraktığı bu boşlukları tamamlama
görevi okurdadır artık. Ama sahiden kapanacak mıdır bu boşluk. Nitekim kitabın
bir yerinde şöyle diyecektir anlatıcı: “Duvarı tanımlamak daha kolay. Taşı,
betonu, kumu, kireci, suyu, harcı, sıvası var, görünüyor. Taşı nasıl taş üstüne
getirirsen, belli, taş nasıl duvar oluyor. Peki, boşluk nasıl boşluk oluyor?
[…] Öldün, boşluk oluyor.”
Necati
Tosuner, 50. yazarlık yılını Susmak Nasıl
da Yoruyor İnsanı gibi etkileyici bir romanla selamlıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder