Giuseppe Tornatore’nin Türkiye’de “Cennet
Sineması” adıyla gösterilen “Nuovo Cinema Paradiso”
filmini izleyenlerin hatırlayacağı bir sahne vardır. Küçük bir kasabada sinema aşkıyla
yanıp tutuşan Salvatore, ya da filmde sık sık çağrıldığı adıyla Toto, annesinden
gizlice girdiği sinemanın izleyicisiyken zamanla makinistliğe terfi eder. Bu
terfide hiç kuşkusuz sinemanın tek makinisti Alfredo’nun sinemada çıkan bir
yangından sonra gözlerini kaybetmesinin de payı vardır. Adım adım, Toto’nun çocukluktan
ilk gençliğe adım atışına tanık olduğumuz “Cennet Sineması” filminin kopuş
noktası Salvatore ile Alfredo arasındaki bir diyalogda yatar. Alfredo, belki de
zamanında kendisinin yapmaya cesaret edemediği, içinde ukde kalan, sonuçlarını yakından
bildiği bir uyarıda bulunur çocuğa. Artık askerliğini de yapmış bir genç çocuk olarak
Salvatore’ye, yaşadığı kasabada “bir şey olmanın” imkânsızlığını hatırlatır. Kasabadan
uzaklara gitmesini, bir daha geriye dönmemesini, annesiyle kız kardeşini görmek
için bile geri gelmemesini salık verir. Gençken terk
edilmezse bir daha bu cendereden [kasabadan] kurtulamayacağını, eğer kasabada
yaşamaya devam ederse en fazla kendisi gibi sıradan bir makinist olacağını, deyim
yerindeyse “ne uzayıp ne de kısalacağını”, bir şeyler başarmak istiyorsa bunun
yegâne yolunun kasabadan ayrılmak olduğunu vurgular. Genç adamı ikna etmek için
de en vurucu cümlesini sona saklar: “Git buradan Toto. Ben artık seninle konuşmak
değil, senin hakkında konuşmak istiyorum” diyecektir Alfredo.
Genellikle
kasabayı boydan boya ikiye bölen, defalarca yamandığı halde her seferinde tam
da yamandığı yerden sapır sapır dökülen, sağını solunu oto tamircileri ve küçük
büfelerin mesken tuttuğu, her tarafına patlamış kamyon lastiklerinin saçıldığı,
üzerinden her gün onlarca yolcu otobüsü geçmesine rağmen bu otobüslerin bir tek
yolcu bindirip indirmek için durduğu kasabanın yolu, taşrada yaşayan her çocuk için
önemli bir vaat olarak durur.
Bu
vaade eşlik eden arzunun yakıcılığında, taşranın daraltan ve boğan tekdüze
yaşantısı olduğu kadar, bu vaadi durmadan kışkırtan merkezin de payı vardır. Tanıl
Bora’nın, “Taşraya Bakmak” adlı kitapta belirttiği gibi “İstanbul [veya tüm diğer
önemli merkezler] bir imge olarak çoğaltıldıkça” merkezin halesine, imkânlar ve
vaatler dünyasına yapılan bu yolculuk çağrısı her seferinde yeniden
tekrarlanmaya devam eder. Darlığın ve boğuntunun, kasvet ve tekdüzeliğin, kenarda
kalmışlık ve eksiklik bilincinin kasabanın ortasından geçen otobüslerden birinin
yolcusu olmakla, taşranın sınırları dışına çıkışın sağlanmasıyla, kasaba
tabelasını geride bırakmakla giderileceği düşünülür çoğunlukla. Ama çocuklukları
taşranın görünür ve görünmez elleriyle sarmalanan, bu sarmaldan hayatlarının şu
veya bu döneminde kurtulmaya çalıştıklarını hatırlayanlar, önlerine her
seferinde en çok annenin, baba veya kardeşlerin, olmazsa arkadaşların, ya da bir
sevgilinin dikildiğini de hatırlayacaklardır.
Üstelik,
“dur” çağrısını yenileyen sadece aile bireyleri ve arkadaşlar da değildir. Taşra
da aynı çağrıda bulunur ve hep bir ikilik hali olarak öznenin karşına dikilir
genellikle. Aynı anda hem imkânı hem imkânsızlığı, hem huzuru hem huzursuzluğu,
hem olma isteğini hem de bu istek karşısındaki yetmezlik hissini bir arada
sunar özneye. Birbirini kamçılayan, birbirini doyuran, ama aynı zamanda
durmadan birbirini ketleyip çelen bir ikilik hali. Bu ikilik halinin bir tür
yolculuk çağrısıyla bölüneceği, bir an önce feraha çıkılacağı üzerine kuruludur
bütün algı. Taşradan gitmenin, tozlu yolları ve yeksenak sokakları geride
bırakmanın sayesinde bir tür “ruhsal selamete” varılacağı düşünülür. Oysa
taşradan hem kopuşun, hem de dönüşün göründüğü kadar kolay olmadığı unutulur
genellikle.
Nurdan
Gürbilek, “Yer Değiştiren Gölge” kitabında yer alan “Taşra Sıkıntısı “ başlıklı
denemesinde, kelimenin kendisine sadece mekânsal bir anlam yüklemeden, taşranın
aynı zamanda ruhsal bir duruma tekabül ettiğini belirtir. Canetti’nin deyişiyle,
“insan ruhunun taşrası”, mekânın değişimine rağmen kolay kolay yerinden edilemez
gibi durur. Yıkandıkça geçmeyecek, durmadan daraltmaya, boğmaya devam edecek bir
ruh durumu. Ömer Madra’nın saptamasıyla, “ancak genetik mühendisliğiyle giderilebilecek
bir olgu”. Bu olguya edebiyatın son yıllarda epey uzak durduğu, pek fazla önemsenir
bulmadığı aşikâr. Belki kısmen öykü ilgi duyuyor bu olguya ama roman için aynı
şey söylenemez (Cemil Kavukçu özel bir
örnek olarak anımsanabilir belki. Kavukçu’nun öykülerinde taşra yoğun bir
atmosfer olarak öne çıkar). Edebiyatın bıraktığı bu boşluğu son dönem Türk
sineması dolduruyor daha çok. Örneğin, Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” filmi tam da
insan ruhunda bir türlü kapanmayan bu ruh haline adanmış gibidir. Taşradan
çıkmayı başarıp şehre yerleşmiş Mahmut ile taşradan gelip Mahmut’a konuk olmuş Yusuf’un
film boyunca aslında taşraya özgü bir kaygıyı dillendirdikleri, taşradan çıkış eyleminin
her iki kahraman için de başarısızlıkla sonuçlandığını görürüz. Vaadin çağrısına
kulak verilmiş ama sonuçta mekân değişimine rağmen o bir türlü dinmeyen kasvet ve
boğuntunun film boyunca devam ettiği görülür.
Bu kadarla kalsa iyi. Taşraya eşlik
eden bütün imgelerden kurtulmak için yola koyulan özne, yolun sonunda erişmek
için onca çabaladığı vaadin sanıldığı kadar özgün olmadığını da fark edecektir.
Şükrü Argın, “Taşraya Bakmak” kitabında yer alan “Taşraya içerden bakmak mümkün
müdür?” başlıklı önemli makalesinde, tam
da bunu vurgular: “Taşra, bizatihi kendisi kopya olan bir merkezin kopyasıdır; elbette
daha silik –ancak nihayetinde tıpkı merkezin kendisi gibi- bir kopyadır ve her
karşılaşmada merkeze öncelikle bu gerçeği anımsatır: Ben de tıpkı senin
gibiyim”.
Orhan Pamuk’un aktardığına göre, Oğuz Atay, bir yerde, “Ben bir şeyin taklidiyim, ama neyin taklidi olduğumu unutmuştum” demektedir. Merkez taşraya karşı, ya da taşra kendisini kuşatan haleye karşı söz almaya başladığında, her ikisinin de fena halde birbirini andırdığını; kendisinin de en başından beri bu taklit öğenin bir parçası olduğunu fark eden, bu durumu “çocuk kalmışlık”la, “bir türlü büyümemişlik”le ilişkilendiren Oğuz Atay’sa, taşra ve merkez arasındaki, başka bir deyişle “asıl ve suret” arasındaki taklit unsurunu ve bunun modernleşme tarihimizle olan ilgisini gören bir diğer önemli yazar da Orhan Pamuk’un kendisi olmuştur hiç şüphesiz. Pamuk’un romanlarında, asıl ve suret arasındaki ilişki sürekli bir biçimde ana sorunsallardan biri olarak öne çıkar. Bu soruna her zaman önemli bir ruh durumu da eşlik eder şüphesiz. Orhan Pamuk’un romanlarındaki kimi özneler, kendisi olmak için yanıp tutuşurken, tıpkı Oğuz Atay’ın sözlerinde olduğu gibi, gerçekte kim oldukları konusunda da güçlük çekmektedir. Örneğin, “Kara Kitap”ta yer alan “Bedii Ustanın Evlâtları” başlıklı bölümde, yaptığı vitrin mankenleri fazla yerli bulunduğu için rağbet görmeyen Bedii Usta’nın oğlu, (babanın bir taklidi gibi) “Babam, insanımızın bir gün başkalarını taklit etmeyecek kadar mutlu olabileceğinden umudu kesmedi hiç” demektedir. Özne mutsuzdur, çünkü kendisinin de başkasının bir taklidi olduğunun bilincindedir hep. Nuri Bilge Ceylan’ın edebiyat hanesine yazılabilecek “Uzak” filminde de benzer bir rahatsızlık vardır. Kasabadan şehre gelen Yusuf’un, ondan çok önce şehre yerleşmiş Mahmut’a anımsattığı, ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın onda uyandırdığı duygu tam da buydu: “Ben senin taklidinim. Ne kadar kaçmaya çalışırsan çalış, taşradan hiç çıkamadın aslında”.
Orhan Pamuk’un aktardığına göre, Oğuz Atay, bir yerde, “Ben bir şeyin taklidiyim, ama neyin taklidi olduğumu unutmuştum” demektedir. Merkez taşraya karşı, ya da taşra kendisini kuşatan haleye karşı söz almaya başladığında, her ikisinin de fena halde birbirini andırdığını; kendisinin de en başından beri bu taklit öğenin bir parçası olduğunu fark eden, bu durumu “çocuk kalmışlık”la, “bir türlü büyümemişlik”le ilişkilendiren Oğuz Atay’sa, taşra ve merkez arasındaki, başka bir deyişle “asıl ve suret” arasındaki taklit unsurunu ve bunun modernleşme tarihimizle olan ilgisini gören bir diğer önemli yazar da Orhan Pamuk’un kendisi olmuştur hiç şüphesiz. Pamuk’un romanlarında, asıl ve suret arasındaki ilişki sürekli bir biçimde ana sorunsallardan biri olarak öne çıkar. Bu soruna her zaman önemli bir ruh durumu da eşlik eder şüphesiz. Orhan Pamuk’un romanlarındaki kimi özneler, kendisi olmak için yanıp tutuşurken, tıpkı Oğuz Atay’ın sözlerinde olduğu gibi, gerçekte kim oldukları konusunda da güçlük çekmektedir. Örneğin, “Kara Kitap”ta yer alan “Bedii Ustanın Evlâtları” başlıklı bölümde, yaptığı vitrin mankenleri fazla yerli bulunduğu için rağbet görmeyen Bedii Usta’nın oğlu, (babanın bir taklidi gibi) “Babam, insanımızın bir gün başkalarını taklit etmeyecek kadar mutlu olabileceğinden umudu kesmedi hiç” demektedir. Özne mutsuzdur, çünkü kendisinin de başkasının bir taklidi olduğunun bilincindedir hep. Nuri Bilge Ceylan’ın edebiyat hanesine yazılabilecek “Uzak” filminde de benzer bir rahatsızlık vardır. Kasabadan şehre gelen Yusuf’un, ondan çok önce şehre yerleşmiş Mahmut’a anımsattığı, ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın onda uyandırdığı duygu tam da buydu: “Ben senin taklidinim. Ne kadar kaçmaya çalışırsan çalış, taşradan hiç çıkamadın aslında”.
Merkezin
kendisine dair algısının da pekâlâ özgün bir yan taşımayabileceği, taşranın merkezin
kendi asıl köklerini ona anımsatarak bu ağırlığa yeni bir boyut eklediği bir
çatışma alanı doğar böylelikle. Anneden bir türlü kopamamış, belirli bir dönemde
çakılıp kalmış bir halet-i ruhiyeyle karşı karşıyayızdır artık. Nurdan Gürbilek,
taşra sıkıntısını ele aldığı yazısında yukarıdakine benzer bir metafora başvurur.
Taşradan gitme isteği içinde yanıp tutuşan, uzakta yanıp sönen, parlayıp yiten ışığın
vaadiyle yaşayan ama bunu başaramayan çocuk için “annesinin eteğine yapışıp kalmış”
benzetmesini yapar Gürbilek. Anne ile çocuk arasındaki simgesel bütünlük çoktan
bozulmuş olmasına rağmen, çocuğun ona geri döndüğünü, anneye yapışıp kaldığını,
ama bu kez anneye yazgılı kalmanın, ondan uzaklaşamamanın sıkıntısıyla yaşamaya
mahkûm olduğunu vurgular. Anne ve taşra arasında kurulan bu ilişki gerçekten
anlamlıdır. Nitekim Ali Çolak, Gürbilek’in belirlemesini doğrularcasına, günlük
bir gazetede yayımlanan yazısına, “biz taşralı çocuklar, yazları annemize
gideriz” diye başlayacaktır.
Ara
sıra yaz tatillerinde ziyaret edilen anne, çoğunlukla sağlık sorunları için
şehre konuk olan uzak akrabalar, postaneden taşradaki aile bireylerine havale
edilerek gönderilen ve herkesin dört gözle beklediği para, kasabadan bir
otobüse verilerek yollanan mevsimlik yiyecekler; şehirden yüzleri hiç görülmemiş
yeğenlere gönderilen hediyelik eşyalar, atılmaya kıyılmadığı için taşradaki
akrabalara yollanan eski giyecekler; çoğunlukla önemli bir tanıdığın ölümüyle apar
topar gidilen, bir sabah kasabanın yoluna inen eli bavullu öznenin yeniden göz göze
geldiği taşra. Öznenin, kapağı attığı merkezde sıkça karşısına çıkan, tıpkı merkezin
her zaman kendisini biçimlendirmesi gibi şimdi kendisinin de merkeze aynı
etkide bulunduğunu, ama merkezi biçimlendirdikçe kendisinin de biçim
değiştirdiğini, dolayısıyla rakibiyle kendisi arasındaki izin bir fark bırakmamacasına
silikleştiğini gördüğü taşra.
Alfredo’nun
nasihatine uyup uzun yıllar kasabaya geri dönmez genç adam. Üstelik gittiği yerde ünlü bir yönetmen olmuştur.
Ama içindeki boşluk hissi bir türlü kapanmamış olan Salvatore, “Cennet
Sineması” filminin sonunda Alfredo’nun cenaze törenine katılmak için evine,
kasabaya geri döner. Evde fark ettiği ilk şey, otuz yıl önceki odasının bıraktığı
gibi durduğudur. Oda hiç ellenmemiş gibi öylece durmaktadır.
0 yorum:
Yorum Gönder