Öyle
ya da böyle hepimizin hafızasında kapı arkasına ya da duvara rast gele çakılmış
bir çiviye asılan yorgun mu yorgun bir baba ceketi mevcuttur. Gerektiğinde kokusuyla
babanın eve geldiğini haber eden, gerektiğinde cepleri birkaç bozukluk bulma
umuduyla karıştırılan, yenisinin alınması hep geciktirildiği için sökükleri
onarılmayan, sanki durduk yerde çürüyen, sabaha yeniden ortadan kaybolacak
babanın ceketi… Birgül Oğuz’un, Fasulyenin
Bildiği adlı öykü kitabından sonra yayımladığı ikinci kitabı Hah’ın kapağındaki resim, daha kitabın
kapağını açmadan, bu öykülerin kaybın, telafi edilemez olanın, eksikliğin,
yasın merkezine yol alacağının işaretlerini veriyor. Aynı zamanda, bütün
bunlarla hesaplaşacağını da…
İlk
sayfaları çevirir çevirmez bizi karşılayan siyah sayfa, bu öykülerin babanın
kaybına işaret ettiğini daha da belirgin bir şekilde öne çıkarıyor. Kitapta yer
alan ve hepsi rahatlıkla birbirine eklemlenen sekiz öyküde, giden kadar kalanların,
kalmak zorunda olanların dünyasında, biten zaman kadar geriye kalan zamanın ortasında
yol alıyor yazar. Bir yandan kendi kaybıyla yüzleşmek zorunda yazar, diğer
yandan bu kayıptan yepyeni bir deneyim doğurmak zorunda. Tıpkı Suzan Sontag’ın
dediği gibi: “Sanatçı, bir insan olarak çektiği acıyı, sanatta elde edeceği
kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir.” Yer yer otobiyografik öğeler
içeren bu öykülerden, üstelik, ölüm ve yas gibi kapkara meselelere gömülmüşken,
bu karalıktan etkileyici bir dille çıkıyor Birgül Oğuz. Hatta, bu kitaptaki
öyküleri, öyküleme tekniğine fazlasıyla başvurmuş bir şiir olarak değerlendirmek
yanlış olmaz kanımca. Zaten kitap boyunca, onlarca şairin metinlerine açık göndermelerle
ilerliyor Hah. Ancak daha yakından
bakınca bu göndermelerin çoğunlukla yas şiirlerine yapıldığını görüyorsunuz. Daha
çok şiirde karşılık bulmuş yas meselesine öykü üzerinden yapılmış ciddi bir
katkı Birgül Oğuz’un öyküleri. Hatta, çoğu yerde şiirle at başı gitmekten geri
kalmıyor bu kitaptaki öyküler. Örneğin, kitapta yer alan “Dur” öyküsünden aldığım
şu cümleler bile başlı başına bunun kanıtı bana kalırsa: “Babalarsa sevilmeye
gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi kısalıp ölüyor. Buna önce yas, sonra yasa
deniyor. Böyle oluyor: Çocuk tüfeği eline alıyor. Namlunun ucunda: okunaksız
bir baba. Sonra korkunç şeyler oluyor. Kırık cıncık ve leke. Saçma ve kül. Ve
bir de bakmışsın, baba gökte soğuk bir amblem. Tedavülden kalkmış delik para.”
Dahası
da var. Birgül Oğuz’un ikinci öykü kitabı Hah,
özellikle hem klasik hem de modern Türk şiirinde fazlasıyla yer bulmuş yas
meselesine odaklanırken, şiirin daha çok dinsel referanslarla genişlettiği bir
meseleyi, kültürel veya dinsel bir yapıya başvurmadan edebiyatın ilgi alanına
çekiyor yeniden. Bir yazar olarak, onu aynı meseleye eğilmiş şair ve
yazarlardan ayıran en temel farkın bu olduğu söylenebilir sanırım. (Belki bir
aşırı yorum örneği olacaktır ama kitabın adının bile bu durumu çağrıştırdığını
söylemekten geri kalmayacağım. Hep vah’la anılan yas’ın, yasa’nın karşısına
“Hah” gibi bir nidayla çıkmak bile bunun en iyi işareti bana kalırsa). Elbette,
her öyküde ölenin arkasından söylenen sözler, hiç durmadan anlatılan hatıralar,
ölenin ruhu için yenilenen dualar; evin içinde kavrulan helvalar, biri gelip
biri giden çaylar mevcut ancak, bu öykülerin kahramanı bu kolektif yas yerine,
kendi içinde yaşadığı bir deneyime başvuruyor her seferinde. Dahası, kaybın
sadece kişisel yanını değil, babanın politik geçmişi sayesinde, bu kitaptaki
öyküler siyasal alandaki başka bir kaybın, bir tür yenilginin hesabını da
çıkarıyor. “De” öyküsü bunun en güzel kanıtı belki de. Böylece, zaman geçtikçe babanın kaybı yerine,
kayıp duygusunun kendisinin öne çıktığı bütünlüklü bir kitapla karşı karşıya
olduğumuzu anlıyoruz. Bütünlüklü, çünkü Birgül Oğuz’un kitabı her ne kadar
birbirine değen öykülerden oluşuyorsa da, daha en başından tasarlanmış, birbirine
zoraki bir biçimde eklenmekten ziyade, meselesini doğru bir biçimde karşısına almış
bir kitap olduğunu gösteriyor her seferinde.
Hiç
şüphesiz, kimi basmakalıp ve gereğinden fazla ilgi gören yapıtlara rağmen
öykücülüğümüz son yıllarda ciddi bir ivme içinde. Ancak, Birgül Oğuz’un gerek
dili, gerekse de konusuna yepyeni bir bağlamla yaklaşan kitabı sayesinde
yepyeni bir rota belirliyor Türk Öykücülüğü. Hah, geçtiğimiz yılın öykü hanesine kazanç olarak yazılacak bir
kitap.
0 yorum:
Yorum Gönder